Italo Calvino’nun “Amerika Dersleri” ve Umberto
Eco’nun “Anlatı Ormanlarında Altı Yolculuk” adlarıyla kitaplaşan Harvard
Üniversitesi Norton dersleri konferans metinleri gibi (not: Calvino bu
konferans metinleri üzerine çalışırken beyin kanaması geçirerek hayatını
kaybettiği için konferanslar gerçekleşememiştir.) , Orhan Pamuk’un 2009
yılında verdiği konferansların metinleri de Schiller’in ünlü makalesi “Saf ve
Düşünceli Şair”den ilhamla “Saf ve Düşünceli Romancı” adıyla yayımlandı.
“Saf ve Düşünceli Romancı” kitabı, Pamuk’un verdiği
altı ayrı ders/konferans metninden oluşuyor. Kuramsal ya da akademik metinler
olarak değil; sıkı bir roman okuru ve roman yazarı olarak Orhan Pamuk’un “roman”
– “roman okumak” – “roman yazmak” üzerine düşüncelerini samimiyetle dile
getirdiği, bir nevi, denemeler olarak okuyabiliriz bu ders/konferans
metinlerini. Çünkü tamamen kendi kişisel deneyimlerinden ve hatıralarından
beslendiği bir yol izliyor Pamuk. Böylece kitap da okurlar için anlaşılması güç
ya da akademik bilgi isteyen bir metinden, konuşma dili rahatlığında Orhan
Pamuk’la roman üzerine bir sohbete dönüşüyor.
Pamuk, ilk ders olarak şu sorunun yanıtını arıyor: Roman
Okurken Kafamızda Neler Olup Biter? Ama verdiği yanıtın daha öncesinde “saf
romancı” ve “düşünceli romancı” ayrımını açıklıyor bize: “Roman yazmanın (ve
okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen” okur ve yazarı “saf”;
“Roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğe ulaşamamasına
takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın
işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden” okur ve yazarı ise “düşünceli” olarak
tanımlıyor. Sonrasında da bu sorunun yanıtını, dokuz maddede açıklıyor bize
Orhan Pamuk. Bu dokuz maddeyi özetlersek:
1-
Genel manzarayı seyredip, hikâyeyi takip ederiz.
2-
Kelimeleri kafamızda resimlere çeviririz.
3-
Romanda yazarın anlattıklarının ne kadarının
gerçek, ne kadarının hayal ürünü olduğunu merak ederiz.
4-
Romandaki gerçeklikle, kendi hayatımızdaki
gerçeklikleri karşılaştırırız.
5-
Romanı tüm dinamikleriyle hem denetler, hem de
bundan zevk alırız.
6-
Roman kahramanlarının seçimi ve davranışları
hakkında hem kurmacayı hem de yazarı yargılarız.
7-
Bütün bu işlemleri kafamızda aynı anda
yapabildiğimiz için, entelektüel olarak kendimizi tebrik ederiz.
8-
Yoğun bir şekilde hafızamızı kullanırız.
9-
Romanın gizli merkezini ararız.
Kitabın ikinci bölümüne geldiğimizde ise, bu sefer kendisine
sorulan bir sorunun yanıtını tartışmaya açıyor Pamuk: Orhan Bey, Siz Bunları
Gerçekten Yaşadınız mı? Özelikle son
romanı “Masumiyet Müzesi”nin başkarakteri “Kemal”in kendisi olup olmadığı
üzerine sorulan bu soruya, içtenlikle inandığını söylediği şu iki çelişkili
yanıt veriyor bu soruya da: 1- “Hayır, ben roman kahramanım Kemal değilim.”, 2- “Ama romanımı okuyanları Kemal olmadığıma
asla inandıramam.” Sonrasında da, bu yanıt üzerinden konuya girerek, roman
okurunun aklındaki “kurmaca – gerçeklik” çelişkisinin üzerinde duruyor Pamuk.
Gustave Flaubert’in meşhur “Madame Bovary benim!” sözünün de desteğiyle,
bütünüyle “saf” ve bütünüyle “düşünceli” okurların asla bir yere
varamayacaklarını, asıl olanın bu ikisinin sentezini yapabilmek olduğunun da altını
çiziyor.
Üçüncü bölümde, roman üzerine biraz daha teknik bilgi
sayılabilecek konulara değiniyor Orhan Pamuk: Edebi Karakterler, Olay
Örgüsü, Zaman. “Roman sanatı kendimizden başkası gibi ve başkalarından
kendimiz gibi söz açabilme hüneridir.” diyen Pamuk, yine “kurmaca – gerçeklik”
çelişkisinden yola çıkarak, dünya edebiyatındaki önemli roman karakterleri
üzerinden bir okuma yapıyor. Romanın olay örgüsü ve zaman kavramını ise,
Nabokov’dan ödünç aldığı “sinir uçları” tanımlamasıyla açıklıyor. Bölünemez
“nokta”larla “zaman”ı var eden “an”ların
birleştirilmesi metaforu ile bu “sinir uçları”nın birbirine nasıl
bağlandıklarını anlatan Pamuk, bunun da aslında “kişisel bir keşif” olduğu
varsayımını yapıyor.
Dördüncü
bölümde ise teknik konulardan biraz saparak, romanın daha “iç dünyası”
diyebileceğimiz meselelerine göz atıyor: Kelimeler, Resimler, Şeyler. Her
edebi metnin, hem görsel hem de sözel zekâmıza seslendiğini söyleyen
Pamuk; bazı yazarların “kelimesel” bazı
yazarlarınsa “görsel” olduğu genellemesine ulaşıyor: “Tolstoy’un dünyası incelikle, duyarlıkla
örülmüş eşyalarla kaynaşırken, Dostoyevski’nin odaları sanki bomboştur.”
Kendisini “görsel” olarak tanımlayan Orhan Pamuk, kutsal metinlerde geçen “Önce
söz vardır.” cümlesini roman sanatına uyarlayarak, “Önce resim vardır, ama onu
kelimelerle anlatmak gerekir.” diyor.
Müzeler ve Romanlar başlığını taşıyan beşinci bölümde
Orhan Pamuk, üç başlık altında ( 1- Kendini önemsemek, 2- “Farklı olma”
duygusu, 3- Siyaset) “müze” ve “roman” kavramları arasındaki ilişkiyi anlamaya
çalışıyor. Yine son romanı “Masumiyet Müzesi”nin yazılış aşamalarında ortaya
çıkan müze kurma fikrinden yola çıkarak, bu iki kavram arasındaki ilişkiselliği
kurmayı başarıyor.
Ve son bölüm: Merkez. Roman okuyucusunun romanı
okurken ve yazarının da romanı yazarken en çok üzerinde durduğu konu olan
“merkez” konusuna değindiği son bölümde Pamuk, kısaca şöyle açıklıyor bu
mefhumu: “Romanın merkezi dediğim şey bir romanın en sonunda bize hayat
hakkında öğrettiği, hissettirdiği, ima ettiği, gösterdiği, yaşattığı o derin
şeydir.” Ama Proust’tan Mann’a; Faulkner’dan Naipaul’a kadar birçok romancının
düşüncesini belirtmeden ve bu yazarların romanlarının merkez tahlilini de
yapmadan noktalamıyor konuyu.
“Kendi romancılık deneyimimden, roman yazarken ve okurken
aslında neler yaptığımdan içtenlikle söz edebilirsem, bütün romancılardan ve
genel olarak roman sanatından söz edebileceğime inanma iyimserliği bu.” dediği
çalışmasıyla Orhan Pamuk, bir nevi otuz beş yıllık romancılık serüvenindeki
meslek sırlarını paylaşıyor bizlerle. Roman okumayı seven, daha çok sevmek
isteyen ve roman yazma yolunda ilerleyenlerin mutlaka okuması gereken bu kitap,
“Orhan Pamuk Kitaplığı”ndaki 14. kitap olarak kitaplığımızdaki yerini almayı
bekliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder