24 Ocak 2016 Pazar

SAF VE DÜŞÜNCELİ ROMANCI – ORHAN PAMUK



Italo Calvino’nun “Amerika Dersleri” ve Umberto Eco’nun “Anlatı Ormanlarında Altı Yolculuk” adlarıyla kitaplaşan Harvard Üniversitesi Norton dersleri konferans metinleri gibi (not: Calvino bu konferans metinleri üzerine çalışırken beyin kanaması geçirerek hayatını kaybettiği için konferanslar gerçekleşememiştir.) , Orhan Pamuk’un 2009 yılında verdiği konferansların metinleri de Schiller’in ünlü makalesi “Saf ve Düşünceli Şair”den ilhamla “Saf ve Düşünceli Romancı” adıyla yayımlandı.

Saf ve Düşünceli Romancı” kitabı, Pamuk’un verdiği altı ayrı ders/konferans metninden oluşuyor. Kuramsal ya da akademik metinler olarak değil; sıkı bir roman okuru ve roman yazarı olarak Orhan Pamuk’un “roman” – “roman okumak” – “roman yazmak” üzerine düşüncelerini samimiyetle dile getirdiği, bir nevi, denemeler olarak okuyabiliriz bu ders/konferans metinlerini. Çünkü tamamen kendi kişisel deneyimlerinden ve hatıralarından beslendiği bir yol izliyor Pamuk. Böylece kitap da okurlar için anlaşılması güç ya da akademik bilgi isteyen bir metinden, konuşma dili rahatlığında Orhan Pamuk’la roman üzerine bir sohbete dönüşüyor.

Pamuk, ilk ders olarak şu sorunun yanıtını arıyor: Roman Okurken Kafamızda Neler Olup Biter? Ama verdiği yanıtın daha öncesinde “saf romancı” ve “düşünceli romancı” ayrımını açıklıyor bize: “Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen” okur ve yazarı “saf”; “Roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğe ulaşamamasına takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden” okur ve yazarı ise “düşünceli” olarak tanımlıyor. Sonrasında da bu sorunun yanıtını, dokuz maddede açıklıyor bize Orhan Pamuk. Bu dokuz maddeyi özetlersek:

1-      Genel manzarayı seyredip, hikâyeyi takip ederiz.
2-      Kelimeleri kafamızda resimlere çeviririz.
3-      Romanda yazarın anlattıklarının ne kadarının gerçek, ne kadarının hayal ürünü olduğunu merak ederiz.
4-      Romandaki gerçeklikle, kendi hayatımızdaki gerçeklikleri karşılaştırırız.
5-      Romanı tüm dinamikleriyle hem denetler, hem de bundan zevk alırız.
6-      Roman kahramanlarının seçimi ve davranışları hakkında hem kurmacayı hem de yazarı yargılarız.
7-      Bütün bu işlemleri kafamızda aynı anda yapabildiğimiz için, entelektüel olarak kendimizi tebrik ederiz.
8-      Yoğun bir şekilde hafızamızı kullanırız.
9-      Romanın gizli merkezini ararız.

Kitabın ikinci bölümüne geldiğimizde ise, bu sefer kendisine sorulan bir sorunun yanıtını tartışmaya açıyor Pamuk: Orhan Bey, Siz Bunları Gerçekten Yaşadınız mı?  Özelikle son romanı “Masumiyet Müzesi”nin başkarakteri “Kemal”in kendisi olup olmadığı üzerine sorulan bu soruya, içtenlikle inandığını söylediği şu iki çelişkili yanıt veriyor bu soruya da: 1- “Hayır, ben roman kahramanım Kemal değilim.”,  2- “Ama romanımı okuyanları Kemal olmadığıma asla inandıramam.” Sonrasında da, bu yanıt üzerinden konuya girerek, roman okurunun aklındaki “kurmaca – gerçeklik” çelişkisinin üzerinde duruyor Pamuk. Gustave Flaubert’in meşhur “Madame Bovary benim!” sözünün de desteğiyle, bütünüyle “saf” ve bütünüyle “düşünceli” okurların asla bir yere varamayacaklarını, asıl olanın bu ikisinin sentezini yapabilmek olduğunun da altını çiziyor.

Üçüncü bölümde, roman üzerine biraz daha teknik bilgi sayılabilecek konulara değiniyor Orhan Pamuk: Edebi Karakterler, Olay Örgüsü, Zaman. “Roman sanatı kendimizden başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi söz açabilme hüneridir.” diyen Pamuk, yine “kurmaca – gerçeklik” çelişkisinden yola çıkarak, dünya edebiyatındaki önemli roman karakterleri üzerinden bir okuma yapıyor. Romanın olay örgüsü ve zaman kavramını ise, Nabokov’dan ödünç aldığı “sinir uçları” tanımlamasıyla açıklıyor. Bölünemez “nokta”larla  “zaman”ı var eden “an”ların birleştirilmesi metaforu ile bu “sinir uçları”nın birbirine nasıl bağlandıklarını anlatan Pamuk, bunun da aslında “kişisel bir keşif” olduğu varsayımını yapıyor.

Dördüncü bölümde ise teknik konulardan biraz saparak, romanın daha “iç dünyası” diyebileceğimiz meselelerine göz atıyor: Kelimeler, Resimler, Şeyler. Her edebi metnin, hem görsel hem de sözel zekâmıza seslendiğini söyleyen Pamuk;  bazı yazarların “kelimesel” bazı yazarlarınsa “görsel” olduğu genellemesine ulaşıyor:  “Tolstoy’un dünyası incelikle, duyarlıkla örülmüş eşyalarla kaynaşırken, Dostoyevski’nin odaları sanki bomboştur.” Kendisini “görsel” olarak tanımlayan Orhan Pamuk, kutsal metinlerde geçen “Önce söz vardır.” cümlesini roman sanatına uyarlayarak, “Önce resim vardır, ama onu kelimelerle anlatmak gerekir.” diyor.

Müzeler ve Romanlar başlığını taşıyan beşinci bölümde Orhan Pamuk, üç başlık altında ( 1- Kendini önemsemek, 2- “Farklı olma” duygusu, 3- Siyaset) “müze” ve “roman” kavramları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyor. Yine son romanı “Masumiyet Müzesi”nin yazılış aşamalarında ortaya çıkan müze kurma fikrinden yola çıkarak, bu iki kavram arasındaki ilişkiselliği kurmayı başarıyor.

Ve son bölüm: Merkez. Roman okuyucusunun romanı okurken ve yazarının da romanı yazarken en çok üzerinde durduğu konu olan “merkez” konusuna değindiği son bölümde Pamuk, kısaca şöyle açıklıyor bu mefhumu: “Romanın merkezi dediğim şey bir romanın en sonunda bize hayat hakkında öğrettiği, hissettirdiği, ima ettiği, gösterdiği, yaşattığı o derin şeydir.” Ama Proust’tan Mann’a; Faulkner’dan Naipaul’a kadar birçok romancının düşüncesini belirtmeden ve bu yazarların romanlarının merkez tahlilini de yapmadan noktalamıyor konuyu.

“Kendi romancılık deneyimimden, roman yazarken ve okurken aslında neler yaptığımdan içtenlikle söz edebilirsem, bütün romancılardan ve genel olarak roman sanatından söz edebileceğime inanma iyimserliği bu.” dediği çalışmasıyla Orhan Pamuk, bir nevi otuz beş yıllık romancılık serüvenindeki meslek sırlarını paylaşıyor bizlerle. Roman okumayı seven, daha çok sevmek isteyen ve roman yazma yolunda ilerleyenlerin mutlaka okuması gereken bu kitap, “Orhan Pamuk Kitaplığı”ndaki 14. kitap olarak kitaplığımızdaki yerini almayı bekliyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder