24 Ocak 2016 Pazar

11 Eylül sonrasından, üstelik “siyasetsiz”, insan manzaraları



Edebiyat okurunun en büyük korkularından biri, elinde bir “best seller” romanla diğer okur dostlarına görünmektir. İyi bir okur, “best seller” okumaz zaten; lakin eskaza bir vesile ile okumak durumda kaldıysa da, mutlaka kimselerin görmediği bir yerde okumalıdır. Mesela çantasında görünmemelidir bu kitap; ya da Daniel Pennac’a uyup aldığı ceketinin cebinde. Hele hele yüksek yüksek edebiyat eserlerinin süslediği kitaplığında bulunması, kesinlikle zararlıdır. Neden mi? Çünkü biz okurlar biliriz ki, “best seller” iyi edebiyat değildir. Peki, “best seller” nedir? Birebir çeviri yapacak olursak, sadece “iyi/çok satan” kitap mıdır?

Türkiye’de “best seller” tanımlamasının çevirisi, iyi bir okur için, “okunmaması gereken kitap” anlamına gelir. Bu kitaplar genelde kitapçılarda değil, süpermarketlerde bulunur. Ya histerik anlatılardır bunlar, ya aşırı fantastik, ya da yapış yapış aşk romanlarıdır. Edebi değerleri yoktur, ki kdv de buna dahildir! Bu görüş sadece Türkçe yazanlar için değil, çeviri eserler için de geçerlidir. Bu yüzden, arkasında çeşitli gazete ve dergiler tarafından yapılmış tek kelimelik övgülerin bulunduğu bu kitapların edebi değeri yoktur ve iş bu yüzden de okumak gereksizdir. Ama değişen edebiyat, dönüşen edebiyat yazını bu tip görüşleri aşmaya başladı tabii ki hiç kuşkusuz. Dışarıdan baktığımız zaman gerçek bir okur (sahi, kim bu “gerçek okur” acaba?) için itici gelebilecek, hatta üzerinde bangır bangır “Best Seller” yazan bir roman, edebiyatın sınırlarını zorlamak için kolları sıvamış işte: “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”

Akademik bir tez olarak hazırladığı metnini, daha sonra bir edebi esere çevirdiği, üç farklı koldan ve üç farklı üslup üzerinden toplumcu olmadan gerçekçi bir hikaye anlattığı “Her Şey Aydınlandı” romanının ardından ikinci romanı “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” ile okurları can evinden yakalayan genç bir yazar Jonathan Safran Foer. Bir “best seller” yazarı olarak konumlanmış durumda; ama yazdıkları hiç de bizim anladığımız (ya da bunlar sadece benim kuruntum mu) tarzda değil. Tam tersine sonuna kadar oyunlu, biçimci, farklı üslup ve dil eğretilemelerinin sıkça karşımıza çıktığı romanlar yazıyor Foer. Edebiyatın salt bir hikaye anlatma yolundan daha fazlası olduğunun oldukça farkında. Tüm bunların yanı sıra, hikayeyi  hiç ıskalamayarak da, kendisini pür dikkat dinleten bir anlatıcı.

“Aşırı Gürültülü ve İnanılma Yakın” romanı, dünyaca malum 11 Eylül olayında babasını kaybetmiş bir çocuğun hikayesini merkeze alan bir arayış anlatısı. Foer, böylesine bereketli olarak görülebilecek bir hadiseyi konu ediyor gibi görünse de, 11 Eylül hakkında hiçbir siyasi, politik düşünceye ya da komple teorisine yer vermemiş kitabında. Üstelik, alt metin ya da çeşitli edebi oyunlarla işin bu kısmına dair ufacık bir gönderme dahi yapmamış. Sadece, babasını kaybeden bir çocuğun, Oskar Scnell’in saf ve temiz hüznünü çizmiş. İşin hiçbir “toplumcu” tarafına sığınmadan, oldukça içten ve derinlikli bir konuya dönüştürmüş anlatısını böylece. Sırf, ucuz numaralara düşüp 11 Eylül üzerinden herhangi bir politik tutum almamaya azami hassiyet göstermesi bile, Foer’i saygıdeğer bir yazar kılmalı diye düşünüyorum okurun gözünde.

Romanın merkezinde, küçük kahramanımız Oskar’ın babasının ölümünün ardından tesadüfen bulduğu bir anahtarın peşine düşmesi anlatılırken, diğer taraftan da Oskar’ın babaannesinin trajik hikayesi ile karşılaşırız. Sadece babaannesinin değildir bu trajedi; dedesinin, babasının ve hatta belki de (artık) Oskar’ındır. Üç kuşak arasındaki kopuk ve bir o kadar da önlenemez sevgi bağı, kelimelere sığmayan, sözcüklere dokunamayan bir hüzündür aynı zamanda. Belki de bu yüzden Foer, romanın tekniğini de zeka dolu oyunlarla besleyerek okura, yazıya dökülmesi imkansız olanı yine inatla yazarak tüm çıplaklığıyla göstermeyi yeğlemiştir. Sadece yazarak da değil tabii; özellikle romanın finalindeki görseller başta olmak üzere, diğer görsel öğelerin de desteğiyle. (Kitabı okuyacaklara not: Kitabı aldığınız zaman, özelllikle son sayfaları, çok karıştırmayın. Ben bu hatayı yaptım; ama yine de Foer yaptı yapacağını…)

Romanda, ince gören okurlar için, metinlerarasılık da kullanılan tekniklerden biri. Özellikle, babasının ölümünden sonra, bir nevi babasının ruhunun peşinde koşan Oscar’ın okulda Hamlet oyununu prova etmesi ve sahnede, Hamlet metnine içkin kafa içi sesinin yankılanması... Kafa içi demişken; işin bir ironik yanı da, Oscar’ın Hamlet’teki o meşhur sahnede “kafatası” rolünü oynaması(!)

“Size romanımda ne anlatmak istediğimi söylemek için, romanımı baştan sona okumam gerekir.” diyen Tolstoy bize daha fazla kızmadan, romandan bahsetmeyi bir kenara bırakıp, yazının sonuna doğru gelirken teşekkürlerimizi sunalım: Öncelikle, ince bir iş çıkartarak Foe’in dil oyunlarıyla bezeli iki romanını da çeviren Algan Sezgintüredi’ye teşekkür edelim. Tabii, böylesine teknik oyunlarla bezeli bu romanı yayıma hazırlyan tüm yayınevi ekibine; özellikle de bizleri gerçekten “best seller” olmaya layık kitaplarla tanıştırdıkları için. Ve son sözü, kitaba bırakalım:



“Keşke kendimi çok daha önce anlayabilseymişim!” (sf.184)


(Bu yazı Arka Kapak internet sayfası için yazılmıştır.-Ekim, 2014-)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder