28 Eylül 2016 Çarşamba

Ahmakıslatan Bir Kör Eser




Barış Bıçakçı’nın dört gözle beklenen son eseri Seyrek Yağmur 2016 yılı ile birlikte okuruyla buluştu… Ama buluşmadan evvel, İletişim Yayınları’nın sosyal medya hesaplarında kitabın kapak görseli paylaşıldı ve birçok okur -özellikle de sadık BB okuru- tarafından büyük bir tepki ile karşılandı. Kapağın ciddi bir şekilde çok kötü, başarısız ve basit olduğu söylendi/yazıldı. Yayıncılık camiasının içinden biri olarak, kitap kapağı tasarımı konusundaki zorlukları yakinen biliyorum; lakin Barış Bıçakçı gibi kısa zamanda kült olmuş ve aynı yayınevi tarafından yedinci kitabı yayımlanacak olan bir yazar için oldukça başarısız, basit ve uyumsuz bir kapak olduğu fikrini -kendim de bir BB okuru olarak- paylaştığımı belirtmem gerekir.

Barış Bıçakçı çok kısa bir zaman içerisinde kendi okur kitlesini oluşturmuş, “alışveriş listesi yazsa okurum” derecesinde hayranlar yaratmış ve bunu da tek bir imza günü, söyleşi, sosyal medya sayıklamaları yapmadan, ortalıkta hiç görünmeden, fotoğrafını bile kimselere göstermeden, sadece kitapları aracılığıyla yapmayı başarabilmiş bir yazar. Tabii bu “görünmez” olma durumunun kişiye tersinden bir “görünürlük” kazandırdığının da farkındayım. Olsun. Edebiyatın “oyuncaklı” tarafına tevil ediyorum bu ve benzeri durumları.

Barış Bıçakçı git gide tadına doyamadığımız, nev-i şahsına münhasır, benim “tatlı anlatıcılık” olarak nitelendirdiğim üslubuyla yazdığı eserlerinin sonuncusu olan Sinek Isırıklarının Müellifi adlı romanını 2011 yılında yayımladıktan sonra, tamamen sesi soluğu kesilmiş bir halde kaybolmuştu ortalıktan. Tüm okurları, heyecanla yeni bir kitap bekleyişi içerisine girmişlerdi…

Seyrek Yağmur, sanırım benim gibi birçok okurda da, tam da bir “ahmakıslatan” etkisi yaptı; ismi ile müsemma…

Kitabın “tür” olarak nerede durduğunu bilemiyoruz. Roman değil, novella belki, öykü cık! Aslına bakılırsa en uzunu üç sayfayı, en kısası iki cümleyi mütecaviz bölümleri ile aceleye getirilmiş bir taslak metin gibi duruyor kitap. Sanki hızlı hızlı bir deftere notlar alınmış, yazar daha sonra bu notlardan yola çıkarak bir metin yazacakmış gibi. Parçalar o kadar çabuk ve bağımsız akıyor ki, okur kendini zorlasa da yazarın zaten oluşturmakta epey zorlandığı atmosfere dâhil olamıyor.

Haydi, yine iyi niyeti elden bırakmayalım. Karakterimize bir göz atalım. Karakterimiz, bir kitapçı dükkânı sahibi olan Rıfat. Kitap da zaten Rıfat’ın hayatından fragmanlar… Ama tam bir karakter olarak çizilememiş, üstünkörü, eskiz bir Rıfat. Kerameti kendinden menkul ismi ile (kitabın sonunda çok şaşıracaksınız!) sözde “tutunamamış” bir muhalif aynı zamanda. Muhalifliğinin kerameti de, sürekli olarak “devlet” denen birinin katil olduğunu tekrar edip durması. Bir edebi esere yakışacak şekilde, tumturaklı bir muhaliflik değil; sosyal medya iletisi tadında çıkıntılar olarak çok göze batıyor bu cümleler. Ha, tabii bir de kendine çuvaldız batırmadan başkasına batırdığı bir iğne meselesi var! O konuya hiç girmiyorum…

Barış Bıçakçı’nın aynı zamanda bir şair ve şiir tutkunu olduğunu biliyoruz. Özel olarak da Oktay Rifat’a hayran olduğunu… Ama kitabın finalindeki Oktay Rifat mektubunu nereye koyacağız? Ya da “veciz sözler” söyleyen yazarları haşlarken -ki Veciz Sözler adlı kitabı pek güzeldir Bıçakçı’nın, bu arada- kısacık metni veciz sözler ve veciz alıntılara boğmasını?

Nihayetinde, bu yazıyı yazmış olmam artık pek bir şey ifade etmeyebilir. Sanırım bu yüzden de biraz kuru laf kalabalığı yaptım. Çünkü o kadar çok yazı yazıldı ki kitap üzerine, tüm yazıları toplasak Seyrek Yağmur’dan daha hacimli bir bütün olur elimizde. (Sosyal medyada paylaşılan görüşleri saymıyorum bile.) Kimi yiğidi öldürüp hakkını verdi; ama maalesef, Ahmet Ergenç’in yazısı dışında, hakkıyla eleştiri yapan da pek çıkmadı. Daha çok eleştirel yaklaşımın kıyısından dolaşıldı. Buradaki etken faktör, ya okuyucuyu ürkütmemek ya da camia içinde muteber bir yazarın ve diğer unsurların (eleştiriyi yazan da dâhil bu tahmin edilebilecek unsurlara) zülf-ü yârine dokunmamak kaygısı olabilir. Zaten Türkiye’de “kitap özeti” tadından gayrısını yazmak, sizin aforoz edilmenizden başka bir işe yaramaz. Sadece övmeniz, övmeniz ve yine övmeniz gerekir. Bilmem anlatabildim mi?

Ben en iyisi, son sözü sayın büyüğüm Terry Eagleton’a bırakıp kaçayım. Gayrı bu sözün tevilini de siz sayın edebiyatseverler yapın:

“Edebiyat, etrafı dalkavuklarla çevrili sonsuz güçlü bir hükümdar gibi, hatalı olamayacağımız bir yerdir.”





5 Eylül 2016 Pazartesi

Haldun Taner yine de duymasın bunu, olur mu sevgili okur?



Ferhan Şensoy henüz genç bir tiyatrocuyken, “Kanlı 1 Mayıs” olarak anılan 1 Mayıs 1977 gününü ironik ve kara mizahi bir dille anlattığı “Kazancı Yokuşu” adlı uzun öyküsünü yazar. Bu uzun öyküyü kitap olarak bastırmak istemektedir; ama daha öncesinde ustası Haldun Taner’e okutur kitabı, fikrini almak için. Haldun Taner de kendine has muzipliğiyle, “İlk kitaplar hiçbir zaman çıkmaz; bence direkt ikinci kitaptan başlamalı…” der genç Ferhan Şensoy’a. Genellikle ilk kitap acemiliğinin sonrasında yazarlara getirdiği pişmanlığı anlatmak istemektedir.

Öykü dosyamı hazırlarken, aklımda hep Haldun Taner’in bu sözleri vardı. Acaba gerçekten “ilk kitap” hiçbir zaman çıkmamalı mıydı? Dosyamı hazırladıktan sonra, bilgisayarımdan silip yok mu etmeliydim öykülerimi? Diğer yandan da şöyle bir soru zihnimde: İyi de, bu yazdıklarım öykü mü? Adları, başları, sonları belli mi? Bitmiş, demlenip kıvamını almış anlatılar mı? (Öyle mi olmalılardı ya da: Öykü neydi?) Değil bir ilk kitap, ilk kitabı oluşturacak öykülerim bile daha bitmemişti ki; hala uçları açık, zihnimde dönüp duruyorlardı işte sürekli! Hep de böyle olmuştur zaten: Ne yazsam, ne karalasam, ne için “bitti işte, tamam” desem, içimde kendime inat bir bitmemişlik duygusu… Beynimin, kalbimin bir yerlerinde sürekli yazılıp duran, sürekli kendini dönüştüren/değiştiren cümleler, kelimeler, hatta ve hatta noktalama işaretleri! İlk kitabım olacaktı bu; fakat bitmiş olduğunu da kim söyleyebilir ki?

Uzun süre bunları düşündükten sonra, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki cümlelerini kendimce bozarak, şöyle telkin ettim kendi kendimi: Dağılmayın! Kukla oynatıyoruz burada. Hem de acı çekiyoruz…

Zihnimin ve kalbimin ortak çalışmaları hiç bitmezken, tabii ki içlerinde oyunlar oynamayı sevdiğim öykülerim de tükenmez bir oyun olarak devam edecekti; en azından benimle birlikte! O zaman kitabın adı da, bir öykü kitabı gibi olamazdı, amacına uygun olmalıydı. Bitirmeye çalıştığım, kurmaya çalıştığım, oyunlar oynadığım metinler (ama bir yandan da hiç bitmesin, hep kurayım, hep oynayayım istediğim) iki kapak arasında nasıl durmalıydı? Okura, derdimi birazcık da olsa anlatabilecek bir isim her şeyi çözebilirdi o zaman: ÖYKÜ YAPIM ÇALIŞMALARI

Hiç bitmeyecek öyküler bunlar; sanırsam.
Hiç bitmeyecek bir heyecan içimde; bu doğru.
Hiç bitmeyecek bir oyun oynuyorum; katılsanıza.
Hiç bitmeyecek, beklide hiç çıkmamış bir ilk kitap; işte!


Haldun Taner yine de duymasın bunu, olur mu sevgili okur?



(Bu yazı, artfulliving.com.tr adresi için yazılmıştır.)