24 Ocak 2016 Pazar

Dinlemek, dinlenmek, sükûnete varmak



Kaç gündür aklımda bir görüntü: Bir sahaf görüntüsü, sanırım Galata civarında; Beyoğlu’nun garip semti Galata, garip bir sahaf. Peki, var mıydı böyle bir sahaf? Sonra aklıma geliyor birden: Yok yok, ben bu sahafı görmedim, görmedim ama okudum. Okuduğum şeylerin varlığına inandırır beni bazen zihnim; sanırım görsel hafızam, ya da her ne deniyorsa bu nörolojik duruma, sandığımdan kuvvetli. Bu sahafı görmedim, görmüşüm gibi aklımda nedense. Peki, nerede okudum? Zihnim bana yine oyun oynuyor, “Ali Teoman” deyip duruyor. Nedense… Ama hangi hikâyesi? Yoksa romanlarından birinde miydi bu sahaf?

Zihnimin oyunu, gecenin bir vakti bir göz atmak üzere elime aldığım kitapla nakavt oldu. İsmail Özen’in Günler Ne Kadar Kısaldı adlı ilk öykü kitabının sayfalarını çevirdiğimde, tekrar gördüm o sahafı. Neden birden aklıma düşmüştü ki bu sahaf böyle; sanırım bu yazıyı bana yazdırması gerekiyordu demek, bu yüzden olmalı.


Ürkü adlı öyküde görebileceğiniz bu sahafı size anlatmayacağım; siz de okuyun ki, siz de görün diye, niyetim kötü değil yani. İsmail Özen’in öykülerinde ve söyleşilerinde sıkça adını ya da en azından gölgesini görebileceğiniz Julio Cortazar’ın, “Bir öykü fotoğraf gibidir, gerçeğin sınırlı bir kısmını taşır; gerisini okuyucu keşfetmelidir." sözünün bir tevili gibi, sizin de aklınıza kazınacak birer fotoğraf, bir görüntü sunacak İsmail Özen size, bana sunduğu gibi. Örneğin, kitabın açılış öyküsü olan Öğleden Sonra daha ilk cümlesi ile aklımda sürekli dolanıp duran diğer fotoğraflardan biri. Salyangoz Toplamaya Gidiyoruz adlı öyküyü sorarsanız, okurun zihnini yormak istemeyen İsmail Özen sizin için bir de fotoğraf eklemiş öyküye zaten, içiniz rahat olsun. Ve diğer öyküler için de birer, ikişer, onar, yüzer fotoğraf kalacak zihninizde hem.


“Hikâye bitiyor, çay ver, diyor İrfan Ali, kolunu kaldırıyor, işaret ve başparmağıyla havada küçük daireler çiziyor, göz kırpıyor. On numara adamsın ve beş yıl garantilisin, şerefsizim, diyor Hasan Yıldız, İrfan Ali’nin omzuna vuruyor. Ve ‘aslı gibidir’ diyorum ben de. İrfan Ali, bir kahkaha atıyor.”

(El Teke Dönüyor - sf.43.)

Merak etmeyin, tabii ki bir fotoğraf albümü değil Günler Ne kadar Kısaldı; aslında bu “görüntü-fotoğraf” meselesini biraz abartmam İsmail Özen’in okurun zihnine-muhayyilesine seslenen, kendisini severek dinlettiren, kendi ayakları yere basarken bizim ayaklarımızı yerden kesen kusursuz bir anlatıcı olmasından kaynaklanıyor. Hikâyeyi gören, nereye baksa hikâye gören ve böylece anlattıklarını da bize gösteren bir anlatıcı İsmail Özen. İçten geleni, içinden gelerek okura sunan; ama dışarıyı kuşatarak, kahramanlarını okura-okuru kahramanlarına yaklaştırarak bunu başaran hikâyeler sunuyor: Gündelik yaşamın durağanlığı, sakinliğinden gelen bir ses. Hem de kayıtsızca güvenebileceğiniz, “kurgu mu, gerçek mi?” diye bir an bile zihninizde çınlamayacak yetkin bir ses.


Ahmet Murat dizelerinin birer epigraf olarak bol bol süslediği İsmail Özen öyküleri, aslında okurunu bekleyen değil, dinleyicisini bekleyen hikâyeler. Hikâye dinlemeyi, dinlerken dinlenmeyi, dinlenirken sükûnete varmak isteyenleri bekliyor Günler Ne Kadar Kısaldı. (Yoksa “sekînet” mi demeliydim; bazen karıştırıyorum…)


“Geyikler ve tavşanlarla dolu uzak, karlı ormanlarda ava çıktığını hayal etti. Yağmurdan şişmiş ağır bir çınar yaprağı döne döne gaz varilinin üstüne düştü; sığırcıklar, serçeler kaldırım boyunca sıralanan akasya ağaçlarında gece yatısına hazırlanıyordu. Dağlardan, ormanlardan, ıssız yollardan gelen bir alaca karanlık ve sessizlik yavaş yavaş kasabanın ıslak, ışıltılı çatılarının üstüne çöktü. Günler ne kadar da kısalmıştı.” 

(Uzun, Eski Bir Kasım - sf. 30)


(Bu yazı Ruhuna Kitap için yazılmıştır. -19 Şubat 2014-)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder