28 Ekim 2016 Cuma

Unutulan Öyküler: Yeryüzü İle Bir Türlü Düğümlenemeyen “Hiçoğlu”






Unutulmak, hatırlanmanın yarısıdır. Yani, yolun yarısı. Bir yazarı/bir eseri hatırlayabilmesi için, onu önce tanımak sonra da unutmak ile mükelleftir okur. İş bu yüzden, edebiyatımızın en çok unutulan ve bu unutulma miktarınca da en çok hatırlanan yazarlarının başında gelen Feyyaz Kayacan’ı bir daha unutmak üzere kısaca bir hatırlayalım derim:

Feyyaz Kayacan, bugün halen üzerinde yapılan tartışmaların bitip tükenmediği “İkinci Yeni” şiir akımının tercihi gibi kapalı, soyut ve eğretilemelere, çağrışımlara dayalı bir dili tercih ederek öykücülüğümüze bambaşka bir soluk kazandıran 1950 kuşağı öykücülerinin öncü isimlerindendir. 1911 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Lise eğitiminden sonra önce Paris, daha sonra da Londra’da eğitimine devam eden Kayacan, uzun yıllar Londra’da yaşamış ve hayata gözlerini Londra’da kapamıştır (1993). Kayacan, öykülerinin yanı sıra Fransızca, İngilizce ve Türkçe şiirler yazmış, çeviriler yapmış, bir de roman (Çocuktaki Bahçe) kaleme almıştır.

Feyyaz Kayacan’ın edebiyat dünyasındaki unutuluşu, aslında kaderin ilahi oyununu her zamanki gibi sahneye koymasıyla ilişkili dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz sanırım. Kayacan’ın 1957 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı Şişedeki Adam’ın açılış öyküsü olan “Hiçoğlunun Serüvenleri” adlı öykünün başkarakteri olan “Hiçoğlu” ile yazarının paralel bir kaderin kurbanı olduğunu da söyleyebiliriz aslında.

Hiçoğlu kimdir?

1950 kuşağı öykücülerinin düşünsel anlamda buluştukları ortak payda, şüphesiz ki varoluşçu felsefe idi. Demir Özlü, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Bilge Karasu, Onat Kutlar gibi birçok yazar varoluşçuluk düşüncesi altında dili simgesel, imgesel ve soyut bir kullanım içine soktular. Kapalı, daha çok metaforlara dayalı bir dili tercih eden 1950 kuşağı yazarları, gerçeğin yerine düşü, sosyal meselelerin yerine de bireyselliği koydular. Kafka, Camus, Beckett, Faulkner gibi yazarları keşfetmeleri de işin tuzu biberi oldu elbette.

Feyyaz Kayacan da 1950 kuşağının öncü yazarlarından biri olarak, hemen hemen tüm öykülerine yaydığı “Hiçoğlu” metaforunu oluşturmuş ve bu bağlamda varoluşçuluk düşüncesini öykülerinde insanın sosyal yapıdaki yalnızlığı, hiçliği, kendini araması olarak ele almıştır. Tabii bu “Hiçoğlu” kavramı bir metafor olmakla kalmamış, belki de Kayacan’ın tüm öykü evreninin çekirdeği hükmündeki öyküsü “Hiçoğlunun Serüvenleri”nde mücessem hale gelmiştir… Yani en azından!

Hiçoğlu’nun Serüvenleri

Feyyaz Kayacan’ın daha sonra eski öyküleriyle yeni öykülerini harmanladığı bir başka kitabına da girecek ve bu kitabın adı olacak, fakat ilk olarak 1957 yılında yayımlanan Şişedeki Adam adlı ilk öykü kitabının açılış öyküsü olan “Hiçoğlu’nun Serüvenleri”, Türkçedeki belki de en güzel açılış cümlelerinden biriyle başlar:

Hiçoğlu bu kente de veresiye girmiş gibiydi.

Kahramanımız Hiçoğlu, ad kavramının ne olduğunu bilmediği halde, birilerinin ona adını sormasını istemektedir. Adının peşine düşmüştür. Kendisinden bahsederken, sürekli olarak “ben” demekten bıkmıştır. (Ah, biz modern insanlar tam tersine ne kadar da çok severiz “ben” deyip durmayı!) Çünkü, “Adsız olmak adların dışında yaşamak, penceresiz bir odaya perde asmaya benzer, penceresiz bir odanın penceresinden atlamaya benzer.” denmektedir öyküde de. Hiçoğlu, büyük bir “çıkmaz” içerisindedir.

Hiçoğlu’nun bu “adsızlık” halinde kalmış olmasının çıkmazı, akla hemen Franz Kafka’yı getirir. Müphem karakterlerin yaratıcısı olan Kafka, tek bir harf bile olsa kahramanlarına ad vererek onları duvara çizdiği bir pencere resmi ile aldatır. (Ad verdiklerini de insanlıktan çıkarır, böcek vb. bir şeylere dönüştürür!) Daha doğrusu burada aldanan kişi aslında okurdur. Fakat Feyyaz Kayacan, Kafka’nın restini görmüş ve okuru daha en başından kendine has ironi tuzağının içine düşürmüştür. Öykünün kahramanı olan Hiçoğlu’ndan bahsedebilmek için, ona “Hiçoğlu” adını koyuvermiştir bile. Okur “gerçek”i görmüş, hatta bizzat yazar tarafından bu gerçeğin “üstü”ne dahi çıkarılmıştır.

1950 kuşağı öykücülüğümüzün en belirgin özelliklerinden biri olan bu “gerçeküstü” durum, öykü ilerledikçe daha görünür bir hal kazanır. Mesela Hiçoğlu’nun yaptığı işlerden(?) bahsedilen bölümdeki “Başka bir kez de aynalara akıl öğretmeye kalkışmıştı. Aynalar ortalarından çatlar olmuştu bin bir parça görününce onlara Hiçoğlu. Hiçoğlu kendini toparlamak, kırıklara çeki düzen vermek istiyordu.” cümleleri, öykümüzün karakterinin ve yazarın niyetinin en yüksek perdede açığa çıktığı yerlerden biridir kanaatimce: Benliğin bölünmesi/parçalanması, kendini tamamlama arzusu vs. Hatta “kesret içerisinde vahdet arayışı” bile diyebiliriz bu duruma.

Kayacan, hemen hemen tüm öykülerinde gözlemleyebileceğimiz yeni bir “kuraldışı” anlayış ile sergiler bu tip “gerçeküstü” durumları. Sanki çok olağan, çok normal şeylermiş gibi anlatır bu durumları. Çünkü “yaşam” ve “yaşayanlar” gerçeğin içinde olduklarını zannederken, asıl gerçekliğin pek de içine girmek istemezler. Varoluş ve bunun zıddı olarak imleyebileceğimiz “yokoluş” metaforu bunların başında gelir.

Hiçoğlu, aslında vardır. Vardır; ama tüm çabası, gerçek anlamda “var” olabilmektir. Yani toplumun, şimdiki anlamda “modern toplum”un, dayattığı bir şekilde var olmak zorunda hisseder kendisini. Hiçoğlu bir ad dilencisi olarak çıktığı bu yolda, kaderin ona oynadığı oyunun içinde debelendikçe “yokoluş” boşluğuna sürüklenmektedir. Tüm “varolan” insanların kendisinin ayaklarına baktıklarını görünce, “Ayaklarının kaldırımla ilgisini kestiğini.” Görür mesela. Ham gerçeklikten git gide uzaklaşmaya, gerçeğin başladığı yer olan “yer” ile dahi ilişkisinin kesildiğini görür. Ki, adını bulma yolunda ilerledikçe, yer ile olan ilişkisi santim santim açılacaktır.

Varoluşlarını tamamlamış insanlar(!), Hiçoğlu’nun bu gerçeküstü durumu karşısında kendisini bir sakat gibi görmeye başlarlar. “Gerçek” olan dünyada her sakatlığın bir çaresi bulunur ya; topala değnek, bacaksıza tahta bacak, akılsıza akıl aşısı… Fakat Hiçoğlu gibi adsız ve yerden yüksekte gezip tozan biri, toplum ve özellikle de çocuklarımız için çok zararlı bir numunedir. Sonunda, kentin “gök gürültüsü sahibi” kişileri, Hiçoğlu’nun cezalandırılmasına karar verirler.

Hiç Olabilmek

Hiçoğlu’nun başına sonrasında neler mi gelir? Eğer bunu söylersek, zaten üzerinde fazlaca söz ettiğimiz güzelim öykünün tadını hepten kaçırırız. Bu yüzden, sanırım Feyyaz Kayacan gibi bir yazarın “hiç” olup yitmesine gönlü razı gelmeyen biri olarak bunu yapmayacağım. Onun yerine, “varoluş” denen modern kıskacın birey üzerindeki hükmüne tatlı bir karşı çıkış olarak da okuyabileceğimiz bu öykünün bir aşırı yorumunu yaparak sözlerimi nihayetlendireceğim.

Benliğin Kaynakları – Modern Kimliğin İnşası kitabının yazarı Charles Taylor, “Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerine odaklanmaktır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır.” der. Doğru söyler. Çünkü modern bireyin inşası demek, kişinin benliğinin, yine kendi benliğinin içine sıkış tepiş sokulmaya çalışılmasından gayrısı değildir. Zaten 1950 kuşağı öykücülerinin “varoluş” düşüncesinden anladıkları da hemen hemen bu modern bakış açısıdır. Aslında kendi içlerine düştüklerinin, kendi içlerinde kaybolduklarının pek de farkında olmayan benlikler…

Feyyaz Kayacan’ı bu noktada, özellikle de “Hiçoğlu” metaforu ve “Hiçoğlu’nun Serüvenleri” öyküsü bağlamında, kuşağının yazarlarından ayıran şey ise bireyin benliğinin değil “ad”ının peşine düşmüş olması diyebiliriz. Öyküde karşımıza çıkan “Banka Müdürü, Sigorta Şirketi Müdürü, Çöpçüler Genel Süpürgesi, Deliler Derneği Baş-çığlıkçısı” gibi modernizmin ipliğinden örülme çeşitli adları giyinmiş tiplerin yanında Hiçoğlu olabilmek, ham gerçeklikten uzaklaşıp yükselmektir çünkü.

Son olarak şöyle dersek, biz de bir gün Hiçoğlu olabiliriz belki:


Gerçeküstü iyi, metafizik pekiyi.



28 Eylül 2016 Çarşamba

Ahmakıslatan Bir Kör Eser




Barış Bıçakçı’nın dört gözle beklenen son eseri Seyrek Yağmur 2016 yılı ile birlikte okuruyla buluştu… Ama buluşmadan evvel, İletişim Yayınları’nın sosyal medya hesaplarında kitabın kapak görseli paylaşıldı ve birçok okur -özellikle de sadık BB okuru- tarafından büyük bir tepki ile karşılandı. Kapağın ciddi bir şekilde çok kötü, başarısız ve basit olduğu söylendi/yazıldı. Yayıncılık camiasının içinden biri olarak, kitap kapağı tasarımı konusundaki zorlukları yakinen biliyorum; lakin Barış Bıçakçı gibi kısa zamanda kült olmuş ve aynı yayınevi tarafından yedinci kitabı yayımlanacak olan bir yazar için oldukça başarısız, basit ve uyumsuz bir kapak olduğu fikrini -kendim de bir BB okuru olarak- paylaştığımı belirtmem gerekir.

Barış Bıçakçı çok kısa bir zaman içerisinde kendi okur kitlesini oluşturmuş, “alışveriş listesi yazsa okurum” derecesinde hayranlar yaratmış ve bunu da tek bir imza günü, söyleşi, sosyal medya sayıklamaları yapmadan, ortalıkta hiç görünmeden, fotoğrafını bile kimselere göstermeden, sadece kitapları aracılığıyla yapmayı başarabilmiş bir yazar. Tabii bu “görünmez” olma durumunun kişiye tersinden bir “görünürlük” kazandırdığının da farkındayım. Olsun. Edebiyatın “oyuncaklı” tarafına tevil ediyorum bu ve benzeri durumları.

Barış Bıçakçı git gide tadına doyamadığımız, nev-i şahsına münhasır, benim “tatlı anlatıcılık” olarak nitelendirdiğim üslubuyla yazdığı eserlerinin sonuncusu olan Sinek Isırıklarının Müellifi adlı romanını 2011 yılında yayımladıktan sonra, tamamen sesi soluğu kesilmiş bir halde kaybolmuştu ortalıktan. Tüm okurları, heyecanla yeni bir kitap bekleyişi içerisine girmişlerdi…

Seyrek Yağmur, sanırım benim gibi birçok okurda da, tam da bir “ahmakıslatan” etkisi yaptı; ismi ile müsemma…

Kitabın “tür” olarak nerede durduğunu bilemiyoruz. Roman değil, novella belki, öykü cık! Aslına bakılırsa en uzunu üç sayfayı, en kısası iki cümleyi mütecaviz bölümleri ile aceleye getirilmiş bir taslak metin gibi duruyor kitap. Sanki hızlı hızlı bir deftere notlar alınmış, yazar daha sonra bu notlardan yola çıkarak bir metin yazacakmış gibi. Parçalar o kadar çabuk ve bağımsız akıyor ki, okur kendini zorlasa da yazarın zaten oluşturmakta epey zorlandığı atmosfere dâhil olamıyor.

Haydi, yine iyi niyeti elden bırakmayalım. Karakterimize bir göz atalım. Karakterimiz, bir kitapçı dükkânı sahibi olan Rıfat. Kitap da zaten Rıfat’ın hayatından fragmanlar… Ama tam bir karakter olarak çizilememiş, üstünkörü, eskiz bir Rıfat. Kerameti kendinden menkul ismi ile (kitabın sonunda çok şaşıracaksınız!) sözde “tutunamamış” bir muhalif aynı zamanda. Muhalifliğinin kerameti de, sürekli olarak “devlet” denen birinin katil olduğunu tekrar edip durması. Bir edebi esere yakışacak şekilde, tumturaklı bir muhaliflik değil; sosyal medya iletisi tadında çıkıntılar olarak çok göze batıyor bu cümleler. Ha, tabii bir de kendine çuvaldız batırmadan başkasına batırdığı bir iğne meselesi var! O konuya hiç girmiyorum…

Barış Bıçakçı’nın aynı zamanda bir şair ve şiir tutkunu olduğunu biliyoruz. Özel olarak da Oktay Rifat’a hayran olduğunu… Ama kitabın finalindeki Oktay Rifat mektubunu nereye koyacağız? Ya da “veciz sözler” söyleyen yazarları haşlarken -ki Veciz Sözler adlı kitabı pek güzeldir Bıçakçı’nın, bu arada- kısacık metni veciz sözler ve veciz alıntılara boğmasını?

Nihayetinde, bu yazıyı yazmış olmam artık pek bir şey ifade etmeyebilir. Sanırım bu yüzden de biraz kuru laf kalabalığı yaptım. Çünkü o kadar çok yazı yazıldı ki kitap üzerine, tüm yazıları toplasak Seyrek Yağmur’dan daha hacimli bir bütün olur elimizde. (Sosyal medyada paylaşılan görüşleri saymıyorum bile.) Kimi yiğidi öldürüp hakkını verdi; ama maalesef, Ahmet Ergenç’in yazısı dışında, hakkıyla eleştiri yapan da pek çıkmadı. Daha çok eleştirel yaklaşımın kıyısından dolaşıldı. Buradaki etken faktör, ya okuyucuyu ürkütmemek ya da camia içinde muteber bir yazarın ve diğer unsurların (eleştiriyi yazan da dâhil bu tahmin edilebilecek unsurlara) zülf-ü yârine dokunmamak kaygısı olabilir. Zaten Türkiye’de “kitap özeti” tadından gayrısını yazmak, sizin aforoz edilmenizden başka bir işe yaramaz. Sadece övmeniz, övmeniz ve yine övmeniz gerekir. Bilmem anlatabildim mi?

Ben en iyisi, son sözü sayın büyüğüm Terry Eagleton’a bırakıp kaçayım. Gayrı bu sözün tevilini de siz sayın edebiyatseverler yapın:

“Edebiyat, etrafı dalkavuklarla çevrili sonsuz güçlü bir hükümdar gibi, hatalı olamayacağımız bir yerdir.”





5 Eylül 2016 Pazartesi

Haldun Taner yine de duymasın bunu, olur mu sevgili okur?



Ferhan Şensoy henüz genç bir tiyatrocuyken, “Kanlı 1 Mayıs” olarak anılan 1 Mayıs 1977 gününü ironik ve kara mizahi bir dille anlattığı “Kazancı Yokuşu” adlı uzun öyküsünü yazar. Bu uzun öyküyü kitap olarak bastırmak istemektedir; ama daha öncesinde ustası Haldun Taner’e okutur kitabı, fikrini almak için. Haldun Taner de kendine has muzipliğiyle, “İlk kitaplar hiçbir zaman çıkmaz; bence direkt ikinci kitaptan başlamalı…” der genç Ferhan Şensoy’a. Genellikle ilk kitap acemiliğinin sonrasında yazarlara getirdiği pişmanlığı anlatmak istemektedir.

Öykü dosyamı hazırlarken, aklımda hep Haldun Taner’in bu sözleri vardı. Acaba gerçekten “ilk kitap” hiçbir zaman çıkmamalı mıydı? Dosyamı hazırladıktan sonra, bilgisayarımdan silip yok mu etmeliydim öykülerimi? Diğer yandan da şöyle bir soru zihnimde: İyi de, bu yazdıklarım öykü mü? Adları, başları, sonları belli mi? Bitmiş, demlenip kıvamını almış anlatılar mı? (Öyle mi olmalılardı ya da: Öykü neydi?) Değil bir ilk kitap, ilk kitabı oluşturacak öykülerim bile daha bitmemişti ki; hala uçları açık, zihnimde dönüp duruyorlardı işte sürekli! Hep de böyle olmuştur zaten: Ne yazsam, ne karalasam, ne için “bitti işte, tamam” desem, içimde kendime inat bir bitmemişlik duygusu… Beynimin, kalbimin bir yerlerinde sürekli yazılıp duran, sürekli kendini dönüştüren/değiştiren cümleler, kelimeler, hatta ve hatta noktalama işaretleri! İlk kitabım olacaktı bu; fakat bitmiş olduğunu da kim söyleyebilir ki?

Uzun süre bunları düşündükten sonra, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki cümlelerini kendimce bozarak, şöyle telkin ettim kendi kendimi: Dağılmayın! Kukla oynatıyoruz burada. Hem de acı çekiyoruz…

Zihnimin ve kalbimin ortak çalışmaları hiç bitmezken, tabii ki içlerinde oyunlar oynamayı sevdiğim öykülerim de tükenmez bir oyun olarak devam edecekti; en azından benimle birlikte! O zaman kitabın adı da, bir öykü kitabı gibi olamazdı, amacına uygun olmalıydı. Bitirmeye çalıştığım, kurmaya çalıştığım, oyunlar oynadığım metinler (ama bir yandan da hiç bitmesin, hep kurayım, hep oynayayım istediğim) iki kapak arasında nasıl durmalıydı? Okura, derdimi birazcık da olsa anlatabilecek bir isim her şeyi çözebilirdi o zaman: ÖYKÜ YAPIM ÇALIŞMALARI

Hiç bitmeyecek öyküler bunlar; sanırsam.
Hiç bitmeyecek bir heyecan içimde; bu doğru.
Hiç bitmeyecek bir oyun oynuyorum; katılsanıza.
Hiç bitmeyecek, beklide hiç çıkmamış bir ilk kitap; işte!


Haldun Taner yine de duymasın bunu, olur mu sevgili okur?



(Bu yazı, artfulliving.com.tr adresi için yazılmıştır.)

5 Şubat 2016 Cuma

Hakiki bir tasavvuf sohbetine katılmak isteyenlere





Özellikle son yıllarda bir furya haline dönmüş durumda (sözde) Tasavvufî kitaplar. Hz. Google’a(!) “Mevlana” yazıp iki üç kuru bilgi edinen herkes, maşallah, ciltlerce kitap yazıveriyor hemen…

Ya da ben en iyisi çok uzatmadan giriş sözünü Şule Gürbüz’e bırakayım:

"Ah “bilgiyi çoğaltın, yayın" sözü Füsus şerhlerini, psikiyatri kitaplarını, hadis kitaplarını basıp basıp etrafa, kaldırımlara döke saça yaymak olarak anlaşılırsa, kaldırımlar da şeyhler, şeyhalar, fakihler, psikanalistlerle dolar elbet. Dinsiz kalmadı, hepsi mutasavvıf oldu, güldeste okuyan müctehid oldu, bunları lüzumsuz bulan postnişin oldu, deli kalmadı hafif nevrozlu, psikoz ipini elinde tutan sanatkâr oldu. Olan, oldu bitti doğru yolda olana oldu…"  (Zamanın Farkında, sf.138)

Ama, şükürler olsun ki, hala doğru yolda olanlardan beslenebileceğimiz eserler çıkıyor karşımıza. Toynak Sesini Duyunca Zebra Gelsin Aklına da işte bu eserlerden biri…

Shems Friedlander, gerçek manada bir “derviş”. 70’li yıllarda tasavvuf yoluna girmiş ve halen de istikamette olan bir sanatçı; fotoğrafçı, ressam, yazar. Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından Sanat ve Kültür alanında 2012'nin “En Etkili 500 Müslümanı”ndan biri seçilen Friedlander, Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde görsel iletişim alanında profesör olarak ders de vermekte. İlk bakışta ismi oldukça garip gelen Toynak Sesini Duyunca Zebra Gelsin Aklına, kendisinin dokuz kitabından Türkçeye kazandırılan ilk eseri. Kitabın isminin ne mana taşıdığını bir söyleşisinde şöyle açıklıyor Friedlander:

"ABD'de bir tıp öğrencisiyseniz, “Toynak sesini duyunca zebra gelmesin aklına” ifadesini duyarsınız. Demek istenir ki, eğer bir hasta boğaz ağrısı, baş ağrısı ve burun akıntısıyla size geliyorsa, daha fazla bir şey aramanıza gerek olmadığı açıktır, çünkü bu kişi nezle olmuştur. Ben bu ifadeyi “Toynak sesi duyunca zebra gelsin aklına” şeklinde değiştirerek şunu demek istedim: Tasavvufta, görünenin dışında bir anlamın mümkün olabileceğini anlamaya açık olmak gerekir. Daha derin bir anlam olabilir."

Shems Friedlander, tasavvuf yolunun önemli bir kısmını oluşturan “sohbet” geleneğinden, bu geleneğin en başta gelen unsurlarından ve kendilerine has birer özel güçleri olan kıssa/menkıbe anlatılarından beslenen bir anlatı oluşturmuş kitabında. Her kulağın duyması, her gözün okuması ve her gönlün hissedip lezzet bulması gereken bu anlatıların yanı sıra Friedlander, kendisinin başından geçmiş bazı zuhuratları da aktarıyor bizlere. Hayatın edebi olan, ama bizlerin çoğu zaman farkında ol(a)madığı hakikatlerine birer işaret mahiyetinde insanın ve insan olmanın getirdiği hallerimizle yüzleştiriyor bizleri. Ve tabii, gözden kaçırdığımız nice önemli anlar, farklı bir gözle bakmayı tam beceremediğimiz eşya ve olaylarla da. 

Kitabın son bölümünü ise Hz. Ali Efendimizin büyük oğulları olan Hz. Hasan’a (r.a.) yazdıkları mektuba ayırmış Shems Friedlander. “Nehcü’l Belâğa”dan alınan bu bölümün önemi ise şöyle vurguluyor Friedlander:

"İşte size fiiliyata yönelik bir irşat ve hayatı nasıl yaşamamız gerektiğine dair pratik tavsiyeler."

Toynak Sesini Duyunca Zebra Gelsin Aklına, sözde değil, gerçekten de manevi olarak bizi kendimize getirmeye davet eden bir kalemin ürünü. Bu kalemin ve kitabın değerini bilmemiz yine kendimiz için bir artı değer, manevi bir kazanç olacaktır.



(Bu yazı, Ruhuna Kitap internet sayfası için yazılmıştır. - 3 Ağustos 2013 - )

26 Ocak 2016 Salı

Yazmak İçin Genç, Genç Olmak İçin Çok Öykü





İsmini vermek istemediğim bir kitabın arka kapağında “genç öykücü” olarak nitelenen bir yazarın biyografisine baktığımda, kendisinin -şairin deyimiyle- “yolun yarısı”nı çoktan geçtiğini görmüştüm. Elbette o yaşta bir insan pek de yaşlı sayılmaz, değil mi; peki ama genç sayılabilir mi? O zaman kendime sormuştum: “Genç yazar” kategorisine girebilmek için kişinin yaşının mı küçük olması gerekiyor, yoksa yazarlık kariyerinde daha taze mi olması bekleniyor? Sanırım bu sorunun yanıtını geçen her gün nüfus cüzdanıma ve yazdıklarıma bakarak, en azından kendim için, vereceğim bir ara.

Biz, meseleyi daha belirgin kılmak adına, “Genç yaşta bir yazar” olarak doğum tarihini önceleyelim. Genç yaşta bir yazar olmanın iki handikabı olduğunu düşünüyorum: Birincisi, belki de hepimizin kaderi, ileride hatırlamak dahi istemeyeceğimiz eserler vermek. Elbette bu, yani geçen zaman içerisinde eski yazdıklarımızı beğenmemek, edebiyat merdiveninin basamaklarını dirayetle çıktığımızı da gösterir. İkinci handikap, çok iyi eserler vererek daha sonrasında kendimizi aşamamamız ve yazarlığımızın ölümüdür. Sanırım bu, en acı vereni olmalı. Örneğin ben, Onat Kutlar gibi 23 yaşında İshak’taki muhteşem öyküleri yazsaydım, bir daha kalemi elime almazdım!

Şimdi soralım: 20 yaşındaki bir insan, hele ki modern dünyanın ortasına doğmuş bir insan, yazmak için ne yaşamış ve heybesinde en fazla ne biriktirmiş olabilir ki? Yazar, ya yaşayarak doldurur heybesini ya da okuyarak. Ama modern ve kalabalık ve hızlı yaşamak zorunda kaldığımız bir hayat, heybemize pek fazla bir katkı sağlayamıyor bu çağda ve genç yaşta. Daha en başta, yıllarca okula gitmekten bile yaşamaya vakit kalmıyor ki! Onun için artık “genç yaşta bir yazar” olan hemen herkes -ki ben de dâhilim, sayılırım- okuyarak heybesini doldurmak zorunda kalıyor. Onun için de bizlerin metinlerinde bol bol parodi, pastiş, metinlerarasılık, oyunlar, kelime şakaları vs. görmek mümkün oluyor. Postmodernizm de olmasaydı ne yapardık!

Batıkan Köse, 1995 doğumlu ve gerçekten de “genç” bir kalem. İlk öykü kitabı Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler’in çıkacağı haberini internet üzerinden gördüğümde ilk dikkat çekici şey bu olmuştu kendi açımdan. “Genç” bir “genç öykücü” görmek beni sevindirdi. Hemen kitabını edinip okudum. Şimdi de biraz kitaptan bahsedelim değil mi, bu kadar kuru laf yeter.

Yukarıda da belirttiğim üzere, her “genç” yazar gibi kendisinin de ilk çıkış noktası edebiyatın kendisi. Kitabın arka kapağında da alıntılanan kitabın açılış öyküsü Öykü Dükkânı, “durum”u olmadığı için kendisine “olay” öyküsü alabilen karakterimizin ağzından bir “durum” anlatısı. Tabii ki bu “durum” gerçeküstü bir durum! Kitaptaki başka öykülerde de edebiyat, yazarlık, yazamazlık vb. üzerine öyküler mevcut. Hatta birkaç öyküsüne birden göndermeli bir öyküsü dahi var. Ki bu öykünün ismi bile muradını anlatıyor okura: Bir Öykü Nasıl Yazılır? Heybe meselesi, söylemiştik.

Batıkan Köse’nin öykülerindeki diğer “genç” durum ise kelime şakaları ya da başka bir ifadeyle dil oyunları. Esrarını Ferhan Şensoy’dan alan bir kelime şakası sever olarak, Türkçenin bu zengin imkânlarını kullanmanın taraftarıyım. Fakat daha önce yine “genç” bir öykücü olan Gökhan Yılmaz’ın kolaycılığa kaçan kelime oyunu üslubunu (pek “genç” olmamasına rağmen Murat Yalçın da öykülerinde zaman zaman kaçar bu kolaycılığa) hatırlatan basitlikte oyunlar görmek de istemezdim. İlk akla gelen kelime şakasının ya da sesteş kelimeler üzerinden yapılan dil oyunlarının edebi bir değer taşımadığı ve hatta bunun okuyucunun zekâsına güvenmemek olduğu kanaatindeyim. En basit örnek olarak, “Camus” ile “kamu” şakasını Yılmaz Erdoğan dahi yıllar evvel yapmıştı. Ya da “Onur” ismindeki bir karakter ile “onur duymak” deyimi arasında bir bağ kurmak… Bu vesileyle, kendim de dâhil olmak üzere, kelime oyunlarını seven tüm yazar/okur arkadaşları bol bol sözlük karıştırmaya davet ediyorum. (Peki!)

Klişelerden bahsetmişken, klişeleri yerinde ve orijinal olarak kullanmak da elbette beceri ister. Batıkan Köse’nin Hık adlı öyküsü, yazarın bu becerisini bize sunuyor. Sulu olmadan komik, acıklı olmadan hüzünlü bir öykü olmayı başaran Hık, “hık demiş burnundan düşmüş” deyimi ile “gözden düşmek” deyiminin güzelce harmanlandığı, oldukça iyi kurgulanmış bir öykü. Demek ki klişeleri de yerinde ve orijinal olarak kullanmak asıl mühim olan. Klişeler de boşu boşuna klişe olmadılar ya canım!

Cemal Şakar, ilk kitabı henüz yayımlanmış olan bana bir sohbetimizde şöyle demişti: “Okur, ilk kitaplara pek sıcak bakmaz. Daha Borges, Kafka vs. okumak varken neden Doğukan’ı okuyayım ki, der.” Bunun üzerine ben de, “Ama ben Borges’i, Kafka’yı okudum da yazdım bunları; Borges ve Kafka beni okumadan yazdılar. Ben daha öndeyim!” demiştim, şakayla karışık. “Genç” bir yazarın ilk eseri, elbette çekinerek yaklaşacağımız bir yerde durur her zaman. Ama korkmamalı, günahıyla sevabıyla sevmeli ve okumalı tüm genç(?) yazarları. Adı Doğukan olmuş, Batıkan olmuş mühim değil!



(Bu yazı Post Öykü 2.2 Ocak-Şubat 2016 tarihli sayıda yayımlanmıştır.)

24 Ocak 2016 Pazar

KÂTİP BARTLEBY – HERMANN MELVİLLE



Bir yaz günü öğrenci evimize misafir olan sevgili yazar ağabeyimiz Gökdemir İhsan, ben ve arkadaşlarıma birer kitap hediye etti. Çantasından çıkardığı üç kitabı bizlere uzatırken bir de baktık ki, kitapların üçü de aynı kitap: Melville’nin Katip Bartleby adlı uzun hikyesi. İletişim Yayınları’ndan 1991 senesinde çıkmış, ilk çeviri baskısı. Sonrasında sorduk ve öğrendik ki, Gökdemir ağabey bu kitaplara bir sahaf tezgahında rast gelmiş, bir(1) liraya satıldıklarını görünce içi elvermemiş ve ne kadar varsa hepsini almış. Çantasında daima birkaç tane taşıyor ve “okur” insanlara hediye ediyormuş. O günün şanslıları da bizdik!

Eğer hediye ettiği kitabı daha önceden okumuş olsaydım “Hediyeni almamayı tercih ederim.” diyerek bir göndermeli şaka yapabilirdim kendisine! Çünkü Melville’in kahramanı Bartleby, hayatını bu “tercih etmeme” üzerine inşa eden biri. “Bir Wall Street Öyküsü” alt başlığını taşıyan eserin başkişisi Barleby’nin bir avukatın yanında kâtipliğe başlaması ile başlayan hikayesi, (orijinal ifade ile söylersek) “I would prefer not do!” cümleleriyle gelen eylemsizlik, bir nevi “pasif direniş / intihar” olarak devam eder. Kendisine verilen ne iş varsa, kendisini ilgilendirecek ne kadar gereklilik varsa; hatta yemek yemesi, bir şeyler içmesi bile gerektiği anlarda “Yapmamayı tercih ederim!” gibi kuru bir cümleyle (aslında büyükçe bir ironi dahilinde) yaşamını dünyevilikten de uhrevilikten de uzak bir şekilde devam ettiren ve sonlandıran tam bir “anti-kahraman” olarak bize sunar kendisini Bartleby.

Borges’in, “Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığını gösteren üzücü ve gerçek bir kitap.” olarak nitelendirdiği bu eseri ve esere adını veren kahramanımızı Kafka’nın habercisi olarak görmesi de boşuna değil. Melville’nin ilk olarak 1853’te bir dergide iki bölüm olarak yayımladığı bu eseri; hem Kafka’nın, hem muhteşem ironi dolu olayları ve kahramanlarıyla Beckett’in bir öncüsüdür. Sert, baskıcı bir toplum içine hapsedilmiş bir vatandaş-birey-sanatçı vb. olarak bir metaforik “akıl hastalığı”, bir “direnişçi” olarak da okuyabileceğimiz Bartleby karakteri, zaten tam da “öncül”ü olduğu eserlerde bir hayalet olarak dolaşır. Kafka’nın “böceği” ile Beckett’in gelmeyen “Godot”su arasında durmayı tercih eder, eğer bir şey tercih edecekse!

Peki, bu “uyumsuz adam” Bartleby’nin kaderi, yani bir kitap olarak Katip Bartleby'nin kaderi ne olmuştur ülkemizde? Yazının başında da belirtiğim gibi, bir(1) lira tezgahlarına kadar düşmüştür bu eser. Dünya edebiyatında saygın bir yeri olan Melville ve öncü olan eseri “Katip Bartleby” tüm edebiyat okurlarının mutlaka okuması gereken bir eserken; kimsenin dönüp bakmadığı bir kitap tezgahında gün ışına çıkabiliyor ancak(!). 1991 yılındaki baskısından sonra epey bir ortalarda görünmeyen kitap, çok sonra yine İletişim yayınları tarafından basılıyor. 2011 yılında ise ancak, üçüncü baskıya çıkabiliyor! Yeni bir Kaya Genç çevirisi ile de Helikopter Yayınları eseri tekrar basmış bulunmakta. (Ama Borges’in o meşhur önsözünü almamışlar, yine de bu eseri hiç okuyamamaktan evladır.)

Dünya edebiyatının “kült” bir eseri olan, “ben iyi bir okurum” diyen herkesin mutlaka okuması gereken bir eser Katip Bartleby. Fransız filozof Jacques Derrida’nın “Bartleby’nin verdiği cevaba benzemeyen cevapta, karanlık, düzen bozucu, komik ve yüce bir ironi vardır.” sözünü aklımızda tutarak, bu eseri mutlaka okuyalım.

Okuyalım ki sonunda şöyle demeyelim:


“Vah Bartleby, vah insanlık!”

11 Eylül sonrasından, üstelik “siyasetsiz”, insan manzaraları



Edebiyat okurunun en büyük korkularından biri, elinde bir “best seller” romanla diğer okur dostlarına görünmektir. İyi bir okur, “best seller” okumaz zaten; lakin eskaza bir vesile ile okumak durumda kaldıysa da, mutlaka kimselerin görmediği bir yerde okumalıdır. Mesela çantasında görünmemelidir bu kitap; ya da Daniel Pennac’a uyup aldığı ceketinin cebinde. Hele hele yüksek yüksek edebiyat eserlerinin süslediği kitaplığında bulunması, kesinlikle zararlıdır. Neden mi? Çünkü biz okurlar biliriz ki, “best seller” iyi edebiyat değildir. Peki, “best seller” nedir? Birebir çeviri yapacak olursak, sadece “iyi/çok satan” kitap mıdır?

Türkiye’de “best seller” tanımlamasının çevirisi, iyi bir okur için, “okunmaması gereken kitap” anlamına gelir. Bu kitaplar genelde kitapçılarda değil, süpermarketlerde bulunur. Ya histerik anlatılardır bunlar, ya aşırı fantastik, ya da yapış yapış aşk romanlarıdır. Edebi değerleri yoktur, ki kdv de buna dahildir! Bu görüş sadece Türkçe yazanlar için değil, çeviri eserler için de geçerlidir. Bu yüzden, arkasında çeşitli gazete ve dergiler tarafından yapılmış tek kelimelik övgülerin bulunduğu bu kitapların edebi değeri yoktur ve iş bu yüzden de okumak gereksizdir. Ama değişen edebiyat, dönüşen edebiyat yazını bu tip görüşleri aşmaya başladı tabii ki hiç kuşkusuz. Dışarıdan baktığımız zaman gerçek bir okur (sahi, kim bu “gerçek okur” acaba?) için itici gelebilecek, hatta üzerinde bangır bangır “Best Seller” yazan bir roman, edebiyatın sınırlarını zorlamak için kolları sıvamış işte: “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”

Akademik bir tez olarak hazırladığı metnini, daha sonra bir edebi esere çevirdiği, üç farklı koldan ve üç farklı üslup üzerinden toplumcu olmadan gerçekçi bir hikaye anlattığı “Her Şey Aydınlandı” romanının ardından ikinci romanı “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” ile okurları can evinden yakalayan genç bir yazar Jonathan Safran Foer. Bir “best seller” yazarı olarak konumlanmış durumda; ama yazdıkları hiç de bizim anladığımız (ya da bunlar sadece benim kuruntum mu) tarzda değil. Tam tersine sonuna kadar oyunlu, biçimci, farklı üslup ve dil eğretilemelerinin sıkça karşımıza çıktığı romanlar yazıyor Foer. Edebiyatın salt bir hikaye anlatma yolundan daha fazlası olduğunun oldukça farkında. Tüm bunların yanı sıra, hikayeyi  hiç ıskalamayarak da, kendisini pür dikkat dinleten bir anlatıcı.

“Aşırı Gürültülü ve İnanılma Yakın” romanı, dünyaca malum 11 Eylül olayında babasını kaybetmiş bir çocuğun hikayesini merkeze alan bir arayış anlatısı. Foer, böylesine bereketli olarak görülebilecek bir hadiseyi konu ediyor gibi görünse de, 11 Eylül hakkında hiçbir siyasi, politik düşünceye ya da komple teorisine yer vermemiş kitabında. Üstelik, alt metin ya da çeşitli edebi oyunlarla işin bu kısmına dair ufacık bir gönderme dahi yapmamış. Sadece, babasını kaybeden bir çocuğun, Oskar Scnell’in saf ve temiz hüznünü çizmiş. İşin hiçbir “toplumcu” tarafına sığınmadan, oldukça içten ve derinlikli bir konuya dönüştürmüş anlatısını böylece. Sırf, ucuz numaralara düşüp 11 Eylül üzerinden herhangi bir politik tutum almamaya azami hassiyet göstermesi bile, Foer’i saygıdeğer bir yazar kılmalı diye düşünüyorum okurun gözünde.

Romanın merkezinde, küçük kahramanımız Oskar’ın babasının ölümünün ardından tesadüfen bulduğu bir anahtarın peşine düşmesi anlatılırken, diğer taraftan da Oskar’ın babaannesinin trajik hikayesi ile karşılaşırız. Sadece babaannesinin değildir bu trajedi; dedesinin, babasının ve hatta belki de (artık) Oskar’ındır. Üç kuşak arasındaki kopuk ve bir o kadar da önlenemez sevgi bağı, kelimelere sığmayan, sözcüklere dokunamayan bir hüzündür aynı zamanda. Belki de bu yüzden Foer, romanın tekniğini de zeka dolu oyunlarla besleyerek okura, yazıya dökülmesi imkansız olanı yine inatla yazarak tüm çıplaklığıyla göstermeyi yeğlemiştir. Sadece yazarak da değil tabii; özellikle romanın finalindeki görseller başta olmak üzere, diğer görsel öğelerin de desteğiyle. (Kitabı okuyacaklara not: Kitabı aldığınız zaman, özelllikle son sayfaları, çok karıştırmayın. Ben bu hatayı yaptım; ama yine de Foer yaptı yapacağını…)

Romanda, ince gören okurlar için, metinlerarasılık da kullanılan tekniklerden biri. Özellikle, babasının ölümünden sonra, bir nevi babasının ruhunun peşinde koşan Oscar’ın okulda Hamlet oyununu prova etmesi ve sahnede, Hamlet metnine içkin kafa içi sesinin yankılanması... Kafa içi demişken; işin bir ironik yanı da, Oscar’ın Hamlet’teki o meşhur sahnede “kafatası” rolünü oynaması(!)

“Size romanımda ne anlatmak istediğimi söylemek için, romanımı baştan sona okumam gerekir.” diyen Tolstoy bize daha fazla kızmadan, romandan bahsetmeyi bir kenara bırakıp, yazının sonuna doğru gelirken teşekkürlerimizi sunalım: Öncelikle, ince bir iş çıkartarak Foe’in dil oyunlarıyla bezeli iki romanını da çeviren Algan Sezgintüredi’ye teşekkür edelim. Tabii, böylesine teknik oyunlarla bezeli bu romanı yayıma hazırlyan tüm yayınevi ekibine; özellikle de bizleri gerçekten “best seller” olmaya layık kitaplarla tanıştırdıkları için. Ve son sözü, kitaba bırakalım:



“Keşke kendimi çok daha önce anlayabilseymişim!” (sf.184)


(Bu yazı Arka Kapak internet sayfası için yazılmıştır.-Ekim, 2014-)

NIKOLAY GOGOL - Vladimir Nabokov




“Nikolay Gogol, Rusya'nın yetiştirdiği en tuhaf düzyazı şairi, 1852 yılında, 4 Mart Perşembe sabahı, saat sekize gelirken, Moskova’da öldü.”

Yukarıdaki cümleyi okuyan biri, Gogol’ün başkarakter olarak alındığı bir kurmaca metin okumaya başladığını düşünebilir. Ya da Gogol’ün ölümü sonrası üzerine bir deneme okumaya. Ama kim tahmin edebilir ki bu cümle, Gogol üzerine yazılmış bir biyografik eserin giriş cümlesidir! Hem de öyle kötü bir biyografi değil; tam tersine yurttaşı büyük yazar Vladimir Nabokov tarafından kaleme alınmış bir biyografi!

Nabokov’un kendisine has o güzel dili ile kaleme aldığı Nikolay Gogol biyografisi, alışagelmişin dışında kronolojik bir terslikle başlıyor. Gogol gibi bir yazarın da biyografisi böyle yazılmalı, diye düşünmüş olmalı ki Nabokov, Ölümü ve Gençliği bölümüyle başlamış eserine. “Şeytana kafa tutmaya” yeltenen Gogol’ün sonunun, tıpkı yazdığı kurmaca metinler gibi bir ölüm olduğunu söylüyor yazar. Hele ki Gogol’ün “burun” meselesi üzerine öyle güzel tanımlamalar ve metaforik düzlemlere çekiyor ki konuyu, burada alıntı yaparak kitabı okuyacak olanların bu tattan eksiklik duymalarına aracı olmaktan çekiniyorum! Gogol’ün eserlerinde bir “laytmotif” olarak kullandığı bu “burun” meselesini, Rus halkının kültürel ve sosyal kodları üzerinden bir güzel hem ifşa ediyor Nabokov, hem de tıpkı Gogol gibi dalgasını da geçiyor! “Gogol de burun delikleriyle görüyordu.” diyerek de, ölümünden geriye küçük bir bakış atıyor. Ve bizi ufak ufak “burnunu kaybeden Gogol”ün dünyasını çekmeye başlıyor.

Ölümü ve Gençliği bölümü Gogol’ün ilk yayımladığı eserlerinden, annesiyle olan ilişkilerine; Petersburg’u ani terk edişlerinden, Puşkin’den aldığı övgülere uzanan bir örgü takip ediyor. Nobakov’un deyimiyle “gençliğinin yapay ürünlerinden”, bir nevi “hakiki Gogol”e uzanan macerasının ilk nüvelerinin nasıl meydana geldiğini de, yine metinlere başvurarak bizlere gösteriyor.  

İkinci bölüm: Müfettiş’in Hayaleti başlığını taşıyor. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, Nabokov bu bölümü Gogol’ün “Müfettiş” eserine ve bu eserin yazılışından sahneye koyuluşuna (tabii sonrasına da) ayırmış. “Piyes kör edici bir şimşek çakmasıyla başlar ve bir gök gürültüsüyle biter.” cümlesiyle özetlediği oyunun güzel ve etkileyici bir tahlilini de yapıyor bize Nabokov. “Müfettiş” oyununu okumayan-izlemeyenler için “spolier” niteliği taşıyan bir bölüm olsa da, bu bölümü okumadan da kimse “ben Gogol’ün Müfettiş oyununu okudum-izledim” dememeli! Şu niteleme bile, yeterinde özetliyor aslında her şeyi: “Gogol’ün piyesi aksiyon içre şiirdir; şiir derken, akılcı kelimeler yoluyla algılanan akıldışı dünyanın gizemini kastediyorum.”

Kitabın en hacimli bölümü olan üçüncü bölüm Gogol’ün en tanınan ve saygıdeğer eseri “Ölü Canlar” özeline ayrılmış: Bizim Bay Çiçikov. Romanın kötü İngilizce çevirilerinden söz açarak başladığı bölüme Nabokov, yine bir önceki bölümde yaptığı gibi kendine has tartışmacı ve çözümleyici biçemiyle bir “metin analizi” yapıyor. Romandan alıntılar yaparak, yine tıpkı “Müfettiş” metninde yaptığı gibi bizi romanı tekrar ve başka bir açıdan okumaya yöneltecek bir yol açıyor.

Öğretmen ve Rehber adını taşıyan dördüncü bölümde, Gogol’ün “Ölü Canlar”ın ikinci cildini yazmaya başlamasından ve bu sırada geçirdi ruhsal bunalımlardan “vaiz”liğe uzanan serüvenin peşine düşüyor Nabokov. Bu sıralarda yaptığı sayısız seyahati ve “Ölü Canlar”ın devamını yazma gel-gitlerinin hikâyesini, “mütevazı bir cehennemin küçük mavi alevlerinin arasına” dönmesini ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.

“Gogol tuhaf bir yaratıktı ama zaten deha hep tuhaftır…” cümlesiyle başladığı beşinci bölüm Bir Maskenin Yüceltilişi’nde Nabokov, “Palto”nun kahramanı Akai Akakiyeviç okuması paralelinde bir “Gogol Özeti” geçer bize, tabiri caizse. “Hem bir tanrılaşma, hem de bir çöküntü” olarak nitelendirdiği (hiçbir sıfat yakıştıramadığını söylediği için “nitelendirdiği” diyorum) bu anlatı, sanki Gogol’ün kendi yaşantısı için de geçerlidir sanki. Çünkü Gogol gerçekten “yazmış”, gerçekten “yaşamış”tı-r!

Enfes Nabokov yazımı, bir o kadar enfes Yiğit Yavuz çevirisiyle (Yavuz’un dipnotları ile metin daha da okunaklı ve anlamlı kılınmış) Nikolay Gogol İletişim Yayınları tarafından basıldı ve biz okurlarını bekliyor. Kitabın sonunda yine Nabokov tarafından hazırlanmış “Nikolay Vasilyeviç Gogol Kronolojisi” ile eksiksiz bir metin olan bu eseri hem Rus edebiyatı sevenler, hem Gogol hayranları (hatta Nabokov hayranları!), hem de tüm edebiyatseverler mutlaka okumalı. Bu eser bize hem Gogol’ün metinlerini tekrar okuma ihtiyacı, okumadıysak da kaçınılmaz bir okuma istemi hissettiriyor.

Ya da tam tersi! Çünkü Nabokov’a bırakırsak son sözü, bize şöyle diyor: 

Uzak durun, uzak durun. Gogol size hiçbir şey vermez. Raylara yaklaşmayın. Yüksek gerilim. Kapalıdır. Sakının, kaçının, yapmayın…




(Bu yazı Yumuşak G dergisi için yazılmıştır. -2012- )

“Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım” – JALE PARLA




Kitapları ve makaleleri ile başta roman sanatı / roman kuramı üzerine yaptığı tartışmaların ve çözümlemelerin tüm edebiyat çevrelerince saygıyla karşılandığı Türkiye’nin en değerli akademisyenlerinden, edebiyat teorisyeni ve eleştirmeni Jale Parla’nın son çalışması “Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım” İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Kahramanları (ya da “anti-kahramanları” mı demeliyiz?) şair – yazar - küçük burjuva aydını olan Künstlerromanları inceleyen Parla, Ahmet Mithat’tan Orhan Pamuk’a bu kahramanların değişim / başkalaşım serüvenlerinin bir nevi iz sürücülüğünü yapıyor.

Kitabın ilk bölümü olan “Denetlenmiş Değişim Başkalaşımdır”, Türk roman geleneğinde roman kahramanlarının karakteristiği üzerine notlarla başlıyor. “Yazar” ya da “Yazan kişi” olarak roman kahramanlığının bolluğu üzerinden, hem Türkiye’de nasıl bir roman yazıla geldiğinin, hem de Türk romanında başkişi olarak yazar biçimlemelerinin “kahraman – anti-kahraman” karşılaştırılmasını yapan Parla, asıl başkalaşım öğelerinin “anti-kahraman” karakterler üzerinden gözlemlenebilineceğini söylüyor. Recaizade’nin “Bihruz”undan, Uşaklıgil’in “Ahmet Cemil”ine; Tanpınar’ın “Mümtaz”ından, Atay’ın tüm karakterlerine uzanan bu “yazarlık saplantılı” anti-kahramanların “Değişim / Başkalaşım” unsurlarının birer okumasını yapıyor.

“Çünkü başkalaşım, baş edilmeyen süreçleri her ne pahasına olursa olsun sonlandırma ve öyle ya da böyle, başka bir başlangıç yapma arzusu değil midir?” diye soran Jale Parla, ikinci bölüme geldiğimizde bu arzunun izinden yürümeye davet ediyor bizi. “Tehlikeli Yönelişler: Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a Yazar Figürasyonu” başlıklı ikinci bölüm, Türk Edebiyatının “Hace-i Evvel”i olan Ahmet Mithat’ın “Öğretmen Yazarlık” yaptığı romanlarından başlıyor işe koyulmaya. Türk Edebiyatının ilk –tam anlamıyla- romanı olarak kabul edilen “Müşahedat” ile söze başlayan Parla, Türk romanında birer “kahraman” olarak başlayan karakterlerin, nasıl ve ne derece başkalaşımlara uğrayarak birer “anti-kahraman” olduklarının macerasını anlatıyor bize. Uşaklıgil’in “Ahmet Cemil”i ile başlayan bu “anti-kahraman”laşma serüveninin edebiyat tarihimizde yol açtığı (en başta da “Dekanlık” üzerinden gelişen) tartışmaları oldukça doyurucu bir şekilde okuyabiliyoruz. Özellikle de, Serveti-i Fünûn ile başlayan dil sorunu üzerinden daha da ateşlenen “Dekanlık” meselesine özellikle eğilen Parla, Türk yazarının Batılılaşma ve bu Batılılaşma üzerinden de “Özerkleşme” sürecini de ele alıyor. Tevfik Fikret’in “La Dans Serpantin” başlıklı şiiri üzerinden de, bu sürecin temel izleklerinin daha geniş bir okumasını yapıyor. Modernist edebiyatının belirleyici bir işareti olan “başkalaşım arzusu”nun ilk ve etkili çekirdeği olan bu şiirin okuması ile Tanzimat’tan günümüze metin odaklı karakter başkalaşımı (ya da bu “Tehlikeli Yöneliş”i) eser ve yazar üzerinden adım adım takip etmeye başlıyoruz Ahmet Hamdi Tanpınar’a gelene kadar.

Parla, kitabının üçüncü bölümünü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazarlığına, roman kahramanlarına ve tabii bu kahramanların “başkalaşım” serüvenine ayırmış. “İki Yazar Bir Melez: İhsan, Mümtaz, Hayri İrdal” başlıklı bu bölümde, Tanpınar’ın metinlerindeki “nesnelerin gizli ya da açık öykülerinin” başkalaşımları, hem romanlarının hem de roman kahramanlarının özelinde inceleniyor. En başta bu başkalaşım izleklerini Tanpınar’ın şiirlerinde inceleyen Jale Parla, sonrasında “Huzur” ile roman kahramanlarının başkalaşımlarının birer okumasını yapıyor. “Huzur” un kahramanları İhsan ve Mümtaz üzerinden, sonrasında da, ayrı bir iç başlık olarak, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün Hayri İrdal’ı üzerinden. Tanpınar’ın Türk Edebiyatındaki özel yerini böylece bir daha açıklamış, ispatlamış oluyor böylece de.
Kitabın dördüncü bölümü ise, yarattığı karakterler ile Türk edebiyatındaki yerini tartışılmaz kılan Oğuz Atay başta olmak üzere Bilge Karasu, Latife Tekin, Sevim Burak ve Hasan Ali Toptaş’a ayrılmış. “Bohemya ve Distopyadan Başkalaşım İmgeleri: Atay, Tekin, Burak, Toptaş” başlıklı bölüm, Oğuz Atay’la birlikte başkalaşımın coğrafyasının da değişimi üzerinden, “başarısız yazar distopyası” başkalaşımını anlatıyor. Kafkaesk anti-kahraman yazımının Türkçedeki etkileri ve başlıkta ismi geçen yazarların yarattıkları karakterlerinin Türkiye’ye has özellikleri ile bu başkalaşım ile sahneye çıkışlarını irdeleyen Parla, “kültürel umutsuzluk” taşıyan bu anti-kahramanların Atay’dan itibaren nasıl bir metamorfoza doğru evirildiklerini hem metin hem de yazar tahlilleri üzerinden bizlere gösteriyor. Atay’ın neredeyse tüm karakterlerinin, Karasu’nun “Gece”sindeki “O.”sunun ve diğerlerinin tek tek başkalaşımları inceleniyor.

Ve kitabın son bölümü, Türkçenin tüm “başkalaşmış kahraman” macerasının tüm özelliklerini harmanlamış Orhan Pamuk’a ayrılmış. “Orhan Pamuk’un Romanlarında Arayış ve Başkalaşım” başlıklı bölümde, Pamuk’un tüm roman kahramanları, büyük bir incelikle anlatılan bu serüven üzerinden değerlendiriliyor.

“Başkalaşım imgeleri günlük yaşama sinmiş ideolojik kalıpları açık etmek ve bu kalıplara direnmeyi sağlayacak farkındalığı yaratmak, yabancılaşmış bireylerle yabancılaşmış bir dünya arasında kurulmuş sağlıksız uyumu bozmak amacıyla kullanılır. Başkalaşım metinlerinin ortak özelliklerini oluşan grotesk, fantastik, sürrealist teknikler realist metinlerin dünyanın birebir temsil edilebilirliği iddiasını çürütür, dünyanın tek bir temsili olmadığına, olamayacağına işaret eder.” diyen Jale Parla, bu kitabıyla da Türk Edebiyatı ile ilgilenen, yazan ve iyi bir okur olan herkese çok önemli bir yapıt armağan ediyor. Hem bir nevi “Türk Romanının Tarihi” olarak okunabilecek bu eser, hem de isminin hakkını ziyadesiyle vererek “Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım” hakkında olabileceğinin en üst düzeyinde bir çalışma olarak başvuru kitaplarımızın arasına katılıyor.



SAF VE DÜŞÜNCELİ ROMANCI – ORHAN PAMUK



Italo Calvino’nun “Amerika Dersleri” ve Umberto Eco’nun “Anlatı Ormanlarında Altı Yolculuk” adlarıyla kitaplaşan Harvard Üniversitesi Norton dersleri konferans metinleri gibi (not: Calvino bu konferans metinleri üzerine çalışırken beyin kanaması geçirerek hayatını kaybettiği için konferanslar gerçekleşememiştir.) , Orhan Pamuk’un 2009 yılında verdiği konferansların metinleri de Schiller’in ünlü makalesi “Saf ve Düşünceli Şair”den ilhamla “Saf ve Düşünceli Romancı” adıyla yayımlandı.

Saf ve Düşünceli Romancı” kitabı, Pamuk’un verdiği altı ayrı ders/konferans metninden oluşuyor. Kuramsal ya da akademik metinler olarak değil; sıkı bir roman okuru ve roman yazarı olarak Orhan Pamuk’un “roman” – “roman okumak” – “roman yazmak” üzerine düşüncelerini samimiyetle dile getirdiği, bir nevi, denemeler olarak okuyabiliriz bu ders/konferans metinlerini. Çünkü tamamen kendi kişisel deneyimlerinden ve hatıralarından beslendiği bir yol izliyor Pamuk. Böylece kitap da okurlar için anlaşılması güç ya da akademik bilgi isteyen bir metinden, konuşma dili rahatlığında Orhan Pamuk’la roman üzerine bir sohbete dönüşüyor.

Pamuk, ilk ders olarak şu sorunun yanıtını arıyor: Roman Okurken Kafamızda Neler Olup Biter? Ama verdiği yanıtın daha öncesinde “saf romancı” ve “düşünceli romancı” ayrımını açıklıyor bize: “Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen” okur ve yazarı “saf”; “Roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğe ulaşamamasına takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden” okur ve yazarı ise “düşünceli” olarak tanımlıyor. Sonrasında da bu sorunun yanıtını, dokuz maddede açıklıyor bize Orhan Pamuk. Bu dokuz maddeyi özetlersek:

1-      Genel manzarayı seyredip, hikâyeyi takip ederiz.
2-      Kelimeleri kafamızda resimlere çeviririz.
3-      Romanda yazarın anlattıklarının ne kadarının gerçek, ne kadarının hayal ürünü olduğunu merak ederiz.
4-      Romandaki gerçeklikle, kendi hayatımızdaki gerçeklikleri karşılaştırırız.
5-      Romanı tüm dinamikleriyle hem denetler, hem de bundan zevk alırız.
6-      Roman kahramanlarının seçimi ve davranışları hakkında hem kurmacayı hem de yazarı yargılarız.
7-      Bütün bu işlemleri kafamızda aynı anda yapabildiğimiz için, entelektüel olarak kendimizi tebrik ederiz.
8-      Yoğun bir şekilde hafızamızı kullanırız.
9-      Romanın gizli merkezini ararız.

Kitabın ikinci bölümüne geldiğimizde ise, bu sefer kendisine sorulan bir sorunun yanıtını tartışmaya açıyor Pamuk: Orhan Bey, Siz Bunları Gerçekten Yaşadınız mı?  Özelikle son romanı “Masumiyet Müzesi”nin başkarakteri “Kemal”in kendisi olup olmadığı üzerine sorulan bu soruya, içtenlikle inandığını söylediği şu iki çelişkili yanıt veriyor bu soruya da: 1- “Hayır, ben roman kahramanım Kemal değilim.”,  2- “Ama romanımı okuyanları Kemal olmadığıma asla inandıramam.” Sonrasında da, bu yanıt üzerinden konuya girerek, roman okurunun aklındaki “kurmaca – gerçeklik” çelişkisinin üzerinde duruyor Pamuk. Gustave Flaubert’in meşhur “Madame Bovary benim!” sözünün de desteğiyle, bütünüyle “saf” ve bütünüyle “düşünceli” okurların asla bir yere varamayacaklarını, asıl olanın bu ikisinin sentezini yapabilmek olduğunun da altını çiziyor.

Üçüncü bölümde, roman üzerine biraz daha teknik bilgi sayılabilecek konulara değiniyor Orhan Pamuk: Edebi Karakterler, Olay Örgüsü, Zaman. “Roman sanatı kendimizden başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi söz açabilme hüneridir.” diyen Pamuk, yine “kurmaca – gerçeklik” çelişkisinden yola çıkarak, dünya edebiyatındaki önemli roman karakterleri üzerinden bir okuma yapıyor. Romanın olay örgüsü ve zaman kavramını ise, Nabokov’dan ödünç aldığı “sinir uçları” tanımlamasıyla açıklıyor. Bölünemez “nokta”larla  “zaman”ı var eden “an”ların birleştirilmesi metaforu ile bu “sinir uçları”nın birbirine nasıl bağlandıklarını anlatan Pamuk, bunun da aslında “kişisel bir keşif” olduğu varsayımını yapıyor.

Dördüncü bölümde ise teknik konulardan biraz saparak, romanın daha “iç dünyası” diyebileceğimiz meselelerine göz atıyor: Kelimeler, Resimler, Şeyler. Her edebi metnin, hem görsel hem de sözel zekâmıza seslendiğini söyleyen Pamuk;  bazı yazarların “kelimesel” bazı yazarlarınsa “görsel” olduğu genellemesine ulaşıyor:  “Tolstoy’un dünyası incelikle, duyarlıkla örülmüş eşyalarla kaynaşırken, Dostoyevski’nin odaları sanki bomboştur.” Kendisini “görsel” olarak tanımlayan Orhan Pamuk, kutsal metinlerde geçen “Önce söz vardır.” cümlesini roman sanatına uyarlayarak, “Önce resim vardır, ama onu kelimelerle anlatmak gerekir.” diyor.

Müzeler ve Romanlar başlığını taşıyan beşinci bölümde Orhan Pamuk, üç başlık altında ( 1- Kendini önemsemek, 2- “Farklı olma” duygusu, 3- Siyaset) “müze” ve “roman” kavramları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyor. Yine son romanı “Masumiyet Müzesi”nin yazılış aşamalarında ortaya çıkan müze kurma fikrinden yola çıkarak, bu iki kavram arasındaki ilişkiselliği kurmayı başarıyor.

Ve son bölüm: Merkez. Roman okuyucusunun romanı okurken ve yazarının da romanı yazarken en çok üzerinde durduğu konu olan “merkez” konusuna değindiği son bölümde Pamuk, kısaca şöyle açıklıyor bu mefhumu: “Romanın merkezi dediğim şey bir romanın en sonunda bize hayat hakkında öğrettiği, hissettirdiği, ima ettiği, gösterdiği, yaşattığı o derin şeydir.” Ama Proust’tan Mann’a; Faulkner’dan Naipaul’a kadar birçok romancının düşüncesini belirtmeden ve bu yazarların romanlarının merkez tahlilini de yapmadan noktalamıyor konuyu.

“Kendi romancılık deneyimimden, roman yazarken ve okurken aslında neler yaptığımdan içtenlikle söz edebilirsem, bütün romancılardan ve genel olarak roman sanatından söz edebileceğime inanma iyimserliği bu.” dediği çalışmasıyla Orhan Pamuk, bir nevi otuz beş yıllık romancılık serüvenindeki meslek sırlarını paylaşıyor bizlerle. Roman okumayı seven, daha çok sevmek isteyen ve roman yazma yolunda ilerleyenlerin mutlaka okuması gereken bu kitap, “Orhan Pamuk Kitaplığı”ndaki 14. kitap olarak kitaplığımızdaki yerini almayı bekliyor.



Oğuz Atay'ın orada bekleyen sevgili okuyucularına




Oğuz Atay, artık Türk Edebiyatında tartışmasız bir yere sahip. Ya da şöyle söylemeli: Oğuz Atay Türk Edebiyatında öyle bir yere sahip ki, üzerinde yapılan tartışmalar hiç bitmeyecek kadar önemli. Özellikle romanları üzerinden yapılan “okur” tartışmaları bir yana, bir romancı-öykücü olarak Atay’ın metinlerinin tartışmaları/eleştirileri/okumaları henüz yeni yeni gelişmeler kaydediyor. Yıldız Ecevit’in 2005 yılında yayımladığı “Ben Buradayım… - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası (İletişim Yayınları)” kitabıyla bu tartışmalar daha da önem kazanmış, Handan İnci’nin hazırladığı “Oğuz Atay’a Armağan – Türk Edebiyatının ‘Oyun/Bozan’ı (İletişim Yayınları)”  ve yine Handan inci ve Elif Türker’in hazırladığı “Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum (İletişim Yayınları)” kitapları ile de epey bir gelişim göstermiştir.

Şimdi bu kitapların arasına bir tanesi daha eklendi: “’Korkuyu Beklerken’ Gelenler – Oğuz Atay Öyküleri Üzerine Yazılar”. 2010 yılında Yeditep Üniversitesinde yapılan “Oğuz Atay’ın Sekiz Öyküsü İçin Sempozyum” da sunulan makaleler ve Atay öyküleri üzerine yazılmış diğer metinlerin derlendiği bu çalışma, yine İletişim Yayınlarınca bizlere kazandırıldı.

Kitabı derleyen akademisyen-yazar Hilmi Tezgör çok önemli bir saptama yapıyor kitaba yazdığı sunuş yazısında:  “Onunla (Oğuz Atay) okurları arasında diğer yazarlardan farklı bir bağ var sanki ve her okur bu bağın ‘kendine özel’ olduğunu düşünüyor.” Oğuz Atay’ın “okur” üzerinden yapılan tartışmaları derken, ben de bundan söz etmiştim zaten yazının girişinde. Ama bu kitapta, aynı zamanda “yazar” olan “okur”ların yazdıkları tabii ki bizim için daha dikkate değer. Sekiz tanecik(!) öykü üzerine 270 sayfa yazı nasıl yazılır; belki de bu kitabın asıl yanıtı da burada saklı duruyor. Ama unutmamak gerekir ki, sekiz tane öykü üzerine tam on sekiz tane yazının bulunduğu bu kitap, bize “kendine özel” bir bakıştan daha fazlasını sunuyor elbette.

İlk yazının sahibi Necip Tosun, bize Atay öykülerindeki “Yabancılaşma, Aydın Eleştirisi ve İroni” üzerine duruyor. Tosun’un, öykülerdeki ironileri sınıflandırması ise ayrıca önemli bir yer tutuyor yazısında. İkinci yazının yazarı Selahattin Özpalabıyıklar da, bu sefer, Atay öykülerinde “Birey”in ele alınışına dikkat çekiyor. “Susmak” eyleminin (ya da eylemsizliğinin) Atay öykülerinde “bireyin kendini gerçekleştirmesinin en meydan okumalı yöntemi” olduğunu belirtiyor Özpalabıyıklar. Ve hemen ardında gelen yazısında Doğan Yaşat, öykülerdeki “Susku İzleği”nin okumasını yapıyor. Yaşat: “Oğuz Atay’ın tekniği, onu (karakterini) susturup yerine başka bir şey söylemek değil, konuştura konuştura suskun hale getirmektir.” cümlesiyle çok güzel bir şekilde de özetliyor bu durumu.

Tüm öyküler üzerine belirli bir izlek üzerine okuma yapan ilk üç yazıdan sonra, tek tek öyküler üzerinden giden yazılarla devam ediyor kitap. Hülya Yağcıoğlu, Özlem Ekin Teker ve Sibel Ercan “Beyaz Mantolu Adam”; B. Nihan Eren ve Aslan Erdem “Unutulan”; Işıl Bayraktar, Devrim Dirlikyapan ve Ahmet Ergenç “Korkuyu Beklerken”;  Berna Güler “Bir Mektup”; Burcu Şahin “Ne Evet Ne Hayır”; Emre Erbatur “Tahta At”; Hilmi Tezgör “Babama Mektup”; Fatma Erkman ve Melike Saba Akım ise “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya” adlı öyküleri üzerine oldukça zihin açıcı tespitlerle çok önemli yazılar kalem almışlar. Ve tabii Erkan Karabay’ın “Roman Karakter(ler)i Üzerinden, Toplumsalın Eleştirisinde-Karakteri-Kurucu İmge Olarak Korku, Yalnızlık ve Yabancılaşma” başlıklı makalesi de oldukça öz bir şekilde amacına ulaşmış bir yazı olarak kitaba ayrı bir değer kazandırmakta.

Umarız ki Oğuz Atay’ın romancılığı, öykücülüğü, oyun yazarlığı ve daha nice yönleri üzerine daha çok ve daha da nitelikle çalışmalar yapılmaya devam edilsin. Klasik bir tabirle, öldükten sonra (hatta yıllar sonra) anlaşılabilmiş yazarımız hak ettiği yeri artık elbette kazanmıştır. Ama Atay’ın bu hak ettiği yeri anlama hakkını bizim de elde etmemiz, yine Atay nezdinde oldukça mühim. Bunun için bıkmadan usanmadan (ve yine artık “klasik” olsa da) “Korkuyu Beklerken” kitabının son cümlesini tekrar edelim:

Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

Dinlemek, dinlenmek, sükûnete varmak



Kaç gündür aklımda bir görüntü: Bir sahaf görüntüsü, sanırım Galata civarında; Beyoğlu’nun garip semti Galata, garip bir sahaf. Peki, var mıydı böyle bir sahaf? Sonra aklıma geliyor birden: Yok yok, ben bu sahafı görmedim, görmedim ama okudum. Okuduğum şeylerin varlığına inandırır beni bazen zihnim; sanırım görsel hafızam, ya da her ne deniyorsa bu nörolojik duruma, sandığımdan kuvvetli. Bu sahafı görmedim, görmüşüm gibi aklımda nedense. Peki, nerede okudum? Zihnim bana yine oyun oynuyor, “Ali Teoman” deyip duruyor. Nedense… Ama hangi hikâyesi? Yoksa romanlarından birinde miydi bu sahaf?

Zihnimin oyunu, gecenin bir vakti bir göz atmak üzere elime aldığım kitapla nakavt oldu. İsmail Özen’in Günler Ne Kadar Kısaldı adlı ilk öykü kitabının sayfalarını çevirdiğimde, tekrar gördüm o sahafı. Neden birden aklıma düşmüştü ki bu sahaf böyle; sanırım bu yazıyı bana yazdırması gerekiyordu demek, bu yüzden olmalı.


Ürkü adlı öyküde görebileceğiniz bu sahafı size anlatmayacağım; siz de okuyun ki, siz de görün diye, niyetim kötü değil yani. İsmail Özen’in öykülerinde ve söyleşilerinde sıkça adını ya da en azından gölgesini görebileceğiniz Julio Cortazar’ın, “Bir öykü fotoğraf gibidir, gerçeğin sınırlı bir kısmını taşır; gerisini okuyucu keşfetmelidir." sözünün bir tevili gibi, sizin de aklınıza kazınacak birer fotoğraf, bir görüntü sunacak İsmail Özen size, bana sunduğu gibi. Örneğin, kitabın açılış öyküsü olan Öğleden Sonra daha ilk cümlesi ile aklımda sürekli dolanıp duran diğer fotoğraflardan biri. Salyangoz Toplamaya Gidiyoruz adlı öyküyü sorarsanız, okurun zihnini yormak istemeyen İsmail Özen sizin için bir de fotoğraf eklemiş öyküye zaten, içiniz rahat olsun. Ve diğer öyküler için de birer, ikişer, onar, yüzer fotoğraf kalacak zihninizde hem.


“Hikâye bitiyor, çay ver, diyor İrfan Ali, kolunu kaldırıyor, işaret ve başparmağıyla havada küçük daireler çiziyor, göz kırpıyor. On numara adamsın ve beş yıl garantilisin, şerefsizim, diyor Hasan Yıldız, İrfan Ali’nin omzuna vuruyor. Ve ‘aslı gibidir’ diyorum ben de. İrfan Ali, bir kahkaha atıyor.”

(El Teke Dönüyor - sf.43.)

Merak etmeyin, tabii ki bir fotoğraf albümü değil Günler Ne kadar Kısaldı; aslında bu “görüntü-fotoğraf” meselesini biraz abartmam İsmail Özen’in okurun zihnine-muhayyilesine seslenen, kendisini severek dinlettiren, kendi ayakları yere basarken bizim ayaklarımızı yerden kesen kusursuz bir anlatıcı olmasından kaynaklanıyor. Hikâyeyi gören, nereye baksa hikâye gören ve böylece anlattıklarını da bize gösteren bir anlatıcı İsmail Özen. İçten geleni, içinden gelerek okura sunan; ama dışarıyı kuşatarak, kahramanlarını okura-okuru kahramanlarına yaklaştırarak bunu başaran hikâyeler sunuyor: Gündelik yaşamın durağanlığı, sakinliğinden gelen bir ses. Hem de kayıtsızca güvenebileceğiniz, “kurgu mu, gerçek mi?” diye bir an bile zihninizde çınlamayacak yetkin bir ses.


Ahmet Murat dizelerinin birer epigraf olarak bol bol süslediği İsmail Özen öyküleri, aslında okurunu bekleyen değil, dinleyicisini bekleyen hikâyeler. Hikâye dinlemeyi, dinlerken dinlenmeyi, dinlenirken sükûnete varmak isteyenleri bekliyor Günler Ne Kadar Kısaldı. (Yoksa “sekînet” mi demeliydim; bazen karıştırıyorum…)


“Geyikler ve tavşanlarla dolu uzak, karlı ormanlarda ava çıktığını hayal etti. Yağmurdan şişmiş ağır bir çınar yaprağı döne döne gaz varilinin üstüne düştü; sığırcıklar, serçeler kaldırım boyunca sıralanan akasya ağaçlarında gece yatısına hazırlanıyordu. Dağlardan, ormanlardan, ıssız yollardan gelen bir alaca karanlık ve sessizlik yavaş yavaş kasabanın ıslak, ışıltılı çatılarının üstüne çöktü. Günler ne kadar da kısalmıştı.” 

(Uzun, Eski Bir Kasım - sf. 30)


(Bu yazı Ruhuna Kitap için yazılmıştır. -19 Şubat 2014-)

"Tehlikeli" Oyunlarla Yaşayanlar



Kendisini özellikle Tehlikeli Oyunlar'da yoğun hissettiren “oyun” kavramı, Oğuz Atay’ın kaleme aldığı her roman ve öykünün ana izleğidir diyebiliriz. Hatta bu durumu, sadece bir “oyun” değil; zekice kotarılmış bir “oyun içinde oyun” olarak okumak da mümkündür. Atay, tuzu kuru oldukları için yaşamın getirdiği kaygılardan sıyrılabilen burjuva/küçük burjuva sınıfının hayatı bir oyun gibi kurgulayarak, sürekli küçük oyunlar oynama peşinde olmasını (buna “simülasyon” olarak da bakabiliriz) mesele edinmiştir. Bu oyun meselesini, Tehlikeli Oyunlar’ın pek tehlikesiz (!) baş karakteri Hikmet Benol’un ağzından şöyle açıklar: Oyunlar gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.

Sıkıcı ve bunaltıcı küçük burjuva oyunlarını bir türlü bozamayan Atay karakterleri, bu oyunların hepsini temize çekerek yeniden yazmaya girişirler. Atay’ın tek tiyatro metni olan Oyunlarla Yaşayanlar'ın ana iskeleti de yine bu küçük burjuva/yarı aydın eleştirisi üzerine kurulmuştur.

Atay’ın günlüğünde “İki kültür arasında bunalıyor, bu bunalım orta seviyede bir aydın duyarlığı…” diye anlattığı Coşkun Ermiş, toplumdan kopuk, uzak bir yarı aydın ve emekli bir tarih öğretmenidir. Oyunlarla Yaşayanlar, Coşkun’un sanat sahasına giriş çabasını anlatır aslen. Atay’ın ortaya çıkardığı hemen her karakterinde olduğu gibi, Coşkun da adındaki imgelemden anlaşılabileceği üzere “coşkun” duygular besleyen, ancak hayatın yükü altında ezilirken bunları bir türlü ortaya çıkaramamış, ancak emekliye ayrıldıktan sonra oyunlar yazmaya başlamış ve gerçeklikle oyunlar arasında gidip gelen biridir. Bugün de cari olan bir aydın hastalığına yakalanmıştır. Halkı beğenmez, hor ve aşağı görür. Tabii bu durum ironiktir:


COŞKUN: Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz.


Atay’ın buradaki gibi hiciv ve kara mizah yüklü ironik dili ile burjuva/yarı aydını ti’ye alması, Tutunamayanlar’dan beri sürdürdüğü meselesinin bir başka fikri takibidir.

Kendisi de bir burjuva yarı aydını olmasına rağmen Coşkun Ermiş, diğer burjuva yarı aydınlarının aksine halka sırtını dönmez ve iki kültür arasında sıkışır kalır. Daha sonra Coşkun, oynadığı “oyun”ları acı çekme pahasına ciddiye alan coşkunluğuna bir düzen verecek, kendisinin de dâhil olduğu yarı aydınların toplumu hor görüşüne (her dönemde olduğu gibi) karşı durmaya başlayacak ve yavaş yavaş “Ermiş” bir karaktere bürünecektir.

Coşkun’un eşi Cemile ise tam tersine, oldukça rasyonel ve daima bu “oyun”ların dışında olan bir karakterdir. “Küçük oyunlar”ın peşinde değildir; aksine dikiş diken, pazara giden, elektrik faturasının son ödeme tarihini dikkatle bekleyen bir karakter olarak Cemile, temel hayat kaygılarıyla boğuşmaktadır. Cemile’nin dışında kendi aramızda anlaşıyoruz sanırım diyen Coşkun’un tek çocuğu ise haylaz ve yaramaz Ümit’tir. Ümit (adından anlaşılacağı üzere), Coşkun’un belki de “oyun” konusundaki tek ümididir. Oyunun diğer ana karakterleri ise Saffet Söylemezoğlu, Emel Sevilir, Servet Duygulu ve Saadet Nine’dir; yine isimlerinden anlaşılacakları üzere oldukça zekice kurgulanmış ve yerli yerince konumlandırılmış karakterlerdir.

Atay, oyundaki yan karakterleri (garson, müzik hocası, komiser ve icra memuru) hep aynı kişinin canlandırması gerektiğini vurgular. Bu, bireyin yakın çevresi dışında herkesin, kendisi için birbirinin aynısı olduğuna ve her bireyin ömrünü aslında birbirinin aynısı oyunlarla geçirdiğine vurgu yapmak için ortaya atılmış bir başka iç oyundur. Vermek istediği mesajın belki de tam olarak anlaşılamayacağından kaygı duyan Atay, Coşkun’un ağzından, garson ve müzik hocası üzerine bir açıklama getirmeye çalışır:


COŞKUN (duymamış gibi): Belki de karıştırmıyorum. Belki de insanlar aynı oyunları oynuyorlar, hayatlarını birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar



Tüm bu imgelem ve karakterlerin tahlili dışında Atay, metnin en başında, Coşkun’un evinin ayrıntılı bir şekilde sahneye konacağını, fakat evin dışında gerçekleşen olayların son derece basit anlatılacağını söyler. Bazı ışık-dekor oyunlarıyla ev dışındaki olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığı konusunda okuyucunun/izleyicinin zihninde kuşku yaratmayı amaçlar ve yine bir “oyun içinde oyun” atmosferi oluşturur.

Tüm bu olaylar gerçekten yaşanıyor mudur? Yoksa biz Coşkun’un kafasının içinde kurduğu oyunları mı görmekteyiz? “Oyun”un bu kısmı bir muammadır ve oyunun ana vurgularından biridir. Bu vurguya destek olarak, oyunda zaman da belli değildir. Olaylar ilerler ama hangi olay ne zaman olur, bu konuda da okuyucunun/izleyicinin elinde kesin bir bilgi yoktur. Zaman faktörünün de okuyucunun zihninde olayların gerçekliğine kuşku düşürmek için bu şekliyle kullanıldığını söyleyebiliriz.

Nurdan Gürbilek, Tehlikeli Oyunlar’ı ele aldığı çalışması Oyun ve Adalet yazısında, “Atay’ın oyunlarında haz kadar endişenin, isyankâr bir içerik kadar suçluluk duygusunun, alay ettiği nesneye yönelmiş yıkıcılık kadar yıktığını içerme, onarma istediğinin de” payının olduğunu savunur. Gürbilek’in bu yaklaşımı Oyunlarla Yaşayanlar için de geçerlidir. Ne kadar karmaşık, tehlikeli, sıkıntılı olsa da tüm “oyun”lar mutlaka oynanacak, sonra yıkılacak, temize çekilecek, oyun içinde oyunlarla aslında yine aynı tekdüze oyunlara mahkûm olunacaktır. Coşkun Ermiş’in de altını çizdiği gibi, “Belki de insanlar aynı oyunları oynuyorlar, hayatlarını birbirlerine benzer oyunlarla geçiriyorlar”dır zaten. Kim bilebilir ki?




(Bu yazı Arka Kapak için yazılmıştır. -Nisan, 2014-)

Öykü Ne Değildir?



Doğukan İşler 
Öykü nedir, “Öykü” ile “Hikâye” arasındaki ayrım nedir, “Kısa Öykü” mü yoksa “Küçürek Öykü” mü demeliyiz, bir öykü ne kadar uzun olursa “Novella” başlığı altına girer… Bu ve benzerlerini daha da çoğaltabileceğimiz tartışmalar, oldukça uzun bir süredir -hem de gereğinden fazla uzun- devam etmekte. Öykünün “ne” olabilirliği üzerine -en azından biçimsel olarak- zihin açıcı bu kadar çok tartışma olmasına rağmen, öykünün “ne olmadığı” üzerine düşünmek/tartışmak nedense es geçiliyor gibi geliyor bana. Çünkü öykünün ne olmadığını/olamayacağını az çok tayin edersek, öykünün ne olabileceği konusunda ufkumuz biraz daha açılabilir, sanki.  
Biçimsellikten ziyade içeriği odak alarak, özellikle son yıllarda Türkçe edebiyatta sıklıkla karşılaştığım bir “öykü türü”nün aslında “öykü” olmadığını vurgulamak istiyorum bu vesileyle, haddim olmayarak.
Türkçede ve güncel dünya edebiyatında artık kıymetini yitirmekte olan “Hatıra - Anı - Biyografi - Otobiyografi” (bu türlerin birbirine içkin olduğunu düşündüğüm için böyle belirttim) yazımı, artık kendisini “öykü” donunda göstermeye başladı. Türkçe edebiyat da, özellikle son 5-6 yıldır, “anıgibiöykügibi” metinlerle fena şekilde domine edilmeye başladı. Ana akım edebiyatın artık bu koldan ilerlediği şüphesiz. Yazarın sürekli -okuru hiç ilgilendirmeyen- kendisinden bahsettiği, Gökdemir İhsan’ın deyimiyle “kısa metraj entel bunalımı” öykü(?)lerden kurtulduk derken, şimdi de yazacak hiçbir şeyi olmayan, anlatacak bir hikâyesi olmayan, yapacak edebi bir oyunu olmayan yazar(?)ların anılarına -icbar ile- “öykü” demeye başladık. “Çocukluk hatıram yok!” diyerek, bambaşka bir üslup takınarak çocukluğunu anlatan Perec’ten bihaber bu tür yazarları ve “anıgibiöykügibi” kitaplarını pohpohlamaktan kendisini alamayan(!) ana akım dergiler ile bu kitapları sürekli taltif eden ödül kurumları da işin tuzu biberi… Kimse kusura bakmasın; ama “öykü” diye bize arabesk soslu anılarını yedirmeye çalışan yazarlara okurun da karnı çoktan doydu artık, haberleri olsun.
Esrarını Sait Faik’ten aldıklarını iddia ettikleri bu “anıgibiöykügibi” metinleri Sait Faik okusa ne yapardı, çok merak ediyorum. Zamanında önemli bir boşluğu doldurup, gelecek kuşaklara da taşan kalemi ile Sait Faik dahi,  yapısal olarak “anı/yaşanmışlık” temalarını özenle işlediği öyküleri ile bu yazarların bir asır ötesindedir. Bu yolda daha fazla ilerlenirse(?) Sait Faik’in de değerini düşürecekler, iyi mi…

(HECE ÖYKÜ dergisinin “Öykü Ne Değildir?” soruşturmasına verdiğim yanıt.)