“Rüya” meselesi ile, çok derinlemesine olmasa da, ucundan kıyısından ilgili biriyimdir. İşin psikanalisttik boyutuna pek itibar etmem. Lakin metafizik ya da manevi diyebileceğimiz boyutu itibariyle rüyaların, tahmin edeceğimizden de fazla bir mana taşıdıklarına inanıyorum. Peygamber Efendimizin (sav) “Salih (sâdık) rüya (mü'minin rüyası) peygamberliğin kırk altı cüzünden bir parçadır.” mealindeki hadis-i şerifi sırrınca da, bu mananın daha daha önem kazandığının da âcizane farkındayım.
Fakat burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Hangimiz hayatımızın büyük bir bölümünü kapsayan rüyalarımızın farkındayız? Boşuna mı bu gördüklerimiz, bize gösterilenler? Hayatımızdaki en maddi ve geçici hallerin bile (siyasi olaylar, komple teorileri, futbol maçları vs.) arkasındaki gizemleri(!) bir dedektif titizliğiyle iz sürerek araştırıp yorumlarken, hayatın önemli bir kısmını uykuda geçiren varlıklar olarak gördüğümüz rüyalarımız da elbette bir yoruma/tabire muhtaçtır. Ama modern dünyada Hak ile irtibatı kesilme noktasına gelmiş insanın belki de nadir hakikat bağı olan rüyalar, öyle herhangi bir kimsenin ya da süpermarketten alınan saçma bir tabir kitabının eline de bırakılmamalıdır. Peki, ne mi yapılmalıdır; ama o kadarını da bir kitap kritiği yazısından medet etmeyin sevgili okurlar, lütfen! (bkz.Arif olan anlar)
Bir kâmil mürşide intisap eden dervişler manevi yolculuklarına devam ederken, gördükleri tüm rüyalarını şeyhlerine arz ederler. Sözlü ya da yazılı olarak bildirilen bu rüyaları, bazı dervişler bir de kendileri şahsi olarak kaydederler. Bu minvalde, özellikle Sultan III.Murad'ın rüya mektupları (Kitabü'l Menamat) ve 17. yüzyılda yaşamış bir dervişe olan Üsküplü Asiye Hatun’un rüya defteri oldukça meşhurdur. İşte bu nevi rüya defterlerinden haberi var mıdır bilinmez; ama dünya edebiyatının en oyuncaklı yazarlarından Georges Perec, 1968-1972 yılları arasında bir deneye girişir ve rüyalarını yazmaya başlar. Oulipo üyesi olduğu ilk yıllarda böyle bir işe kalkışmış olan Perec, kalemini daha da oyuncaklı işler için sivriltmek eğilimindedir yüksek ihtimalle.
Metis Yayınları tarafından Karanlık Dükkân-124 Rüya adı altında yayıma hazırlana bu kitapta, Georges Perec’in birbirinden bağımsız, fakat birbirine bir şekilde bağımlı rüyalarını temaşa etme imkânı buluyoruz. Birbirinden bağımsız; çünkü Perec, rüyalarını kayıt altına alırken belirli bir tarih sıralaması ya da nerede, ne zaman, hangi şartlar altında uyurken bu rüyaları gördüğünü belirtmemiş maalesef. Hâlbuki rüyaların muhtevasını -kendimizce de olsa- çözümlemek bakımından bunlar, oldukça önemli ayrıntılardır. Bu eksik bilgiler de bize, yani okura, bir rüya silsilesi içerisinde titizlikle gezmemize olanak sağlamıyor. Birbirine bağımlı; çünkü rüyalarında karşımıza çıkan bazı izlekler/imgeler bizi bu rüyalar arasında bir bağ kurmamıza olanak sağlıyor. Örneğin “toplama kampı” ve “tiyatro” bunların başında geliyor. Ya da hemen hemen tüm rüyaların kapalı mekânlarda geçiyor olması…
Perec’in rüyaları üzerinden, Perec metinleri hakkında bir aydınlanma yaşayabilme ihtimalimiz çok düşük. Belki şöyle bir yorum getirebiliriz: Perec, gördüğü rüyaları kayda geçirme aşamasında sınırsız rüya âlemini sınırlı yazı dünyasına sıkıştırmak zorunda kaldığı için, çeşitli oyunlara başvurmak zorunda kalmış. Satır aralıklarını belirli bir anlayışla kullanması (ki bunu kitabın başında “kullanma kılavuzu” tadında kendisi de belirtiyor), geometrik metin yazımı, şiirsel imgelerin kullanılması vs. Yani bu rüyalar Perec külliyatına tam olarak ışık tutuyor diyemesek de, Perec külliyatının oluşması sırasında Perec’in zekice kullandığı ve geliştirdiği teknikler kendisine oldukça yardımcı olmuş diyebiliriz. Tabii kitabın sonundaki “Dizin” de, kendimizce bir “Perec Rüya Geometrisi” çizebilmemiz açısından oldukça işe yarar. (“Oulipo” denince akla, dizin dizin dizin!)
“Gördüğüm rüyaları kayda geçirdiğimi sanıyordum; kısa süre sonra fark ettim ki, meğer sırf yazmak için rüya görür olmuşum.” diyen Perec’in bu rüyalarını birer “rüya” olarak mı, yoksa birer “öykü” olarak mı, yoksa düşsel bir “otobiyografi” olarak mı okumalıyız peki? Aslında her şeyden evvel -ta kitabı almadan evvel hatta- okurun kendisine sorması gereken soru bu olmalı. Bana sorarsanız, ki bana sorun derim, üçü bir arada! Mesela şu rüya alıntısı ile nihayetlendirirsek yazımızı, bahsettiğim üçü bir aradalığı da anlatmış oluruz umarım:
“Kayboluş[1]”ta bir sürü “E” var. Önce bir tanesi göze takılıyor, sonra iki, sonra yirmi, derken bin!
Gözlerime inanamıyorum.
…
Yeniden bakıyoruz: Hiç “E” yok.
Neyse ki!
Fakat o da ne, işte bir tane, bir tane daha, iki tane daha, yine bir sürü!
Nasıl oldu da şu âna kadar hiç kimse fark etmedi?
[1] “Kayboluş”, Georges Perec’in 1969 yılında yayımladığı ve hiç “e” harfi kullanmadan yazdığı romanı.
DOĞUKAN İŞLER
(Bu yazı Post Öykü dergisinin 2.1 -Kasım, Aralık 2015- sayısında yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder