28 Ekim 2016 Cuma

Unutulan Öyküler: Yeryüzü İle Bir Türlü Düğümlenemeyen “Hiçoğlu”






Unutulmak, hatırlanmanın yarısıdır. Yani, yolun yarısı. Bir yazarı/bir eseri hatırlayabilmesi için, onu önce tanımak sonra da unutmak ile mükelleftir okur. İş bu yüzden, edebiyatımızın en çok unutulan ve bu unutulma miktarınca da en çok hatırlanan yazarlarının başında gelen Feyyaz Kayacan’ı bir daha unutmak üzere kısaca bir hatırlayalım derim:

Feyyaz Kayacan, bugün halen üzerinde yapılan tartışmaların bitip tükenmediği “İkinci Yeni” şiir akımının tercihi gibi kapalı, soyut ve eğretilemelere, çağrışımlara dayalı bir dili tercih ederek öykücülüğümüze bambaşka bir soluk kazandıran 1950 kuşağı öykücülerinin öncü isimlerindendir. 1911 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Lise eğitiminden sonra önce Paris, daha sonra da Londra’da eğitimine devam eden Kayacan, uzun yıllar Londra’da yaşamış ve hayata gözlerini Londra’da kapamıştır (1993). Kayacan, öykülerinin yanı sıra Fransızca, İngilizce ve Türkçe şiirler yazmış, çeviriler yapmış, bir de roman (Çocuktaki Bahçe) kaleme almıştır.

Feyyaz Kayacan’ın edebiyat dünyasındaki unutuluşu, aslında kaderin ilahi oyununu her zamanki gibi sahneye koymasıyla ilişkili dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz sanırım. Kayacan’ın 1957 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı Şişedeki Adam’ın açılış öyküsü olan “Hiçoğlunun Serüvenleri” adlı öykünün başkarakteri olan “Hiçoğlu” ile yazarının paralel bir kaderin kurbanı olduğunu da söyleyebiliriz aslında.

Hiçoğlu kimdir?

1950 kuşağı öykücülerinin düşünsel anlamda buluştukları ortak payda, şüphesiz ki varoluşçu felsefe idi. Demir Özlü, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Bilge Karasu, Onat Kutlar gibi birçok yazar varoluşçuluk düşüncesi altında dili simgesel, imgesel ve soyut bir kullanım içine soktular. Kapalı, daha çok metaforlara dayalı bir dili tercih eden 1950 kuşağı yazarları, gerçeğin yerine düşü, sosyal meselelerin yerine de bireyselliği koydular. Kafka, Camus, Beckett, Faulkner gibi yazarları keşfetmeleri de işin tuzu biberi oldu elbette.

Feyyaz Kayacan da 1950 kuşağının öncü yazarlarından biri olarak, hemen hemen tüm öykülerine yaydığı “Hiçoğlu” metaforunu oluşturmuş ve bu bağlamda varoluşçuluk düşüncesini öykülerinde insanın sosyal yapıdaki yalnızlığı, hiçliği, kendini araması olarak ele almıştır. Tabii bu “Hiçoğlu” kavramı bir metafor olmakla kalmamış, belki de Kayacan’ın tüm öykü evreninin çekirdeği hükmündeki öyküsü “Hiçoğlunun Serüvenleri”nde mücessem hale gelmiştir… Yani en azından!

Hiçoğlu’nun Serüvenleri

Feyyaz Kayacan’ın daha sonra eski öyküleriyle yeni öykülerini harmanladığı bir başka kitabına da girecek ve bu kitabın adı olacak, fakat ilk olarak 1957 yılında yayımlanan Şişedeki Adam adlı ilk öykü kitabının açılış öyküsü olan “Hiçoğlu’nun Serüvenleri”, Türkçedeki belki de en güzel açılış cümlelerinden biriyle başlar:

Hiçoğlu bu kente de veresiye girmiş gibiydi.

Kahramanımız Hiçoğlu, ad kavramının ne olduğunu bilmediği halde, birilerinin ona adını sormasını istemektedir. Adının peşine düşmüştür. Kendisinden bahsederken, sürekli olarak “ben” demekten bıkmıştır. (Ah, biz modern insanlar tam tersine ne kadar da çok severiz “ben” deyip durmayı!) Çünkü, “Adsız olmak adların dışında yaşamak, penceresiz bir odaya perde asmaya benzer, penceresiz bir odanın penceresinden atlamaya benzer.” denmektedir öyküde de. Hiçoğlu, büyük bir “çıkmaz” içerisindedir.

Hiçoğlu’nun bu “adsızlık” halinde kalmış olmasının çıkmazı, akla hemen Franz Kafka’yı getirir. Müphem karakterlerin yaratıcısı olan Kafka, tek bir harf bile olsa kahramanlarına ad vererek onları duvara çizdiği bir pencere resmi ile aldatır. (Ad verdiklerini de insanlıktan çıkarır, böcek vb. bir şeylere dönüştürür!) Daha doğrusu burada aldanan kişi aslında okurdur. Fakat Feyyaz Kayacan, Kafka’nın restini görmüş ve okuru daha en başından kendine has ironi tuzağının içine düşürmüştür. Öykünün kahramanı olan Hiçoğlu’ndan bahsedebilmek için, ona “Hiçoğlu” adını koyuvermiştir bile. Okur “gerçek”i görmüş, hatta bizzat yazar tarafından bu gerçeğin “üstü”ne dahi çıkarılmıştır.

1950 kuşağı öykücülüğümüzün en belirgin özelliklerinden biri olan bu “gerçeküstü” durum, öykü ilerledikçe daha görünür bir hal kazanır. Mesela Hiçoğlu’nun yaptığı işlerden(?) bahsedilen bölümdeki “Başka bir kez de aynalara akıl öğretmeye kalkışmıştı. Aynalar ortalarından çatlar olmuştu bin bir parça görününce onlara Hiçoğlu. Hiçoğlu kendini toparlamak, kırıklara çeki düzen vermek istiyordu.” cümleleri, öykümüzün karakterinin ve yazarın niyetinin en yüksek perdede açığa çıktığı yerlerden biridir kanaatimce: Benliğin bölünmesi/parçalanması, kendini tamamlama arzusu vs. Hatta “kesret içerisinde vahdet arayışı” bile diyebiliriz bu duruma.

Kayacan, hemen hemen tüm öykülerinde gözlemleyebileceğimiz yeni bir “kuraldışı” anlayış ile sergiler bu tip “gerçeküstü” durumları. Sanki çok olağan, çok normal şeylermiş gibi anlatır bu durumları. Çünkü “yaşam” ve “yaşayanlar” gerçeğin içinde olduklarını zannederken, asıl gerçekliğin pek de içine girmek istemezler. Varoluş ve bunun zıddı olarak imleyebileceğimiz “yokoluş” metaforu bunların başında gelir.

Hiçoğlu, aslında vardır. Vardır; ama tüm çabası, gerçek anlamda “var” olabilmektir. Yani toplumun, şimdiki anlamda “modern toplum”un, dayattığı bir şekilde var olmak zorunda hisseder kendisini. Hiçoğlu bir ad dilencisi olarak çıktığı bu yolda, kaderin ona oynadığı oyunun içinde debelendikçe “yokoluş” boşluğuna sürüklenmektedir. Tüm “varolan” insanların kendisinin ayaklarına baktıklarını görünce, “Ayaklarının kaldırımla ilgisini kestiğini.” Görür mesela. Ham gerçeklikten git gide uzaklaşmaya, gerçeğin başladığı yer olan “yer” ile dahi ilişkisinin kesildiğini görür. Ki, adını bulma yolunda ilerledikçe, yer ile olan ilişkisi santim santim açılacaktır.

Varoluşlarını tamamlamış insanlar(!), Hiçoğlu’nun bu gerçeküstü durumu karşısında kendisini bir sakat gibi görmeye başlarlar. “Gerçek” olan dünyada her sakatlığın bir çaresi bulunur ya; topala değnek, bacaksıza tahta bacak, akılsıza akıl aşısı… Fakat Hiçoğlu gibi adsız ve yerden yüksekte gezip tozan biri, toplum ve özellikle de çocuklarımız için çok zararlı bir numunedir. Sonunda, kentin “gök gürültüsü sahibi” kişileri, Hiçoğlu’nun cezalandırılmasına karar verirler.

Hiç Olabilmek

Hiçoğlu’nun başına sonrasında neler mi gelir? Eğer bunu söylersek, zaten üzerinde fazlaca söz ettiğimiz güzelim öykünün tadını hepten kaçırırız. Bu yüzden, sanırım Feyyaz Kayacan gibi bir yazarın “hiç” olup yitmesine gönlü razı gelmeyen biri olarak bunu yapmayacağım. Onun yerine, “varoluş” denen modern kıskacın birey üzerindeki hükmüne tatlı bir karşı çıkış olarak da okuyabileceğimiz bu öykünün bir aşırı yorumunu yaparak sözlerimi nihayetlendireceğim.

Benliğin Kaynakları – Modern Kimliğin İnşası kitabının yazarı Charles Taylor, “Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerine odaklanmaktır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır.” der. Doğru söyler. Çünkü modern bireyin inşası demek, kişinin benliğinin, yine kendi benliğinin içine sıkış tepiş sokulmaya çalışılmasından gayrısı değildir. Zaten 1950 kuşağı öykücülerinin “varoluş” düşüncesinden anladıkları da hemen hemen bu modern bakış açısıdır. Aslında kendi içlerine düştüklerinin, kendi içlerinde kaybolduklarının pek de farkında olmayan benlikler…

Feyyaz Kayacan’ı bu noktada, özellikle de “Hiçoğlu” metaforu ve “Hiçoğlu’nun Serüvenleri” öyküsü bağlamında, kuşağının yazarlarından ayıran şey ise bireyin benliğinin değil “ad”ının peşine düşmüş olması diyebiliriz. Öyküde karşımıza çıkan “Banka Müdürü, Sigorta Şirketi Müdürü, Çöpçüler Genel Süpürgesi, Deliler Derneği Baş-çığlıkçısı” gibi modernizmin ipliğinden örülme çeşitli adları giyinmiş tiplerin yanında Hiçoğlu olabilmek, ham gerçeklikten uzaklaşıp yükselmektir çünkü.

Son olarak şöyle dersek, biz de bir gün Hiçoğlu olabiliriz belki:


Gerçeküstü iyi, metafizik pekiyi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder