Unutulmak, hatırlanmanın yarısıdır. Yani, yolun yarısı. Bir
yazarı/bir eseri hatırlayabilmesi için, onu önce tanımak sonra da unutmak ile
mükelleftir okur. İş bu yüzden, edebiyatımızın en çok unutulan ve bu unutulma
miktarınca da en çok hatırlanan yazarlarının başında gelen Feyyaz Kayacan’ı bir
daha unutmak üzere kısaca bir hatırlayalım derim:
Feyyaz Kayacan, bugün halen üzerinde yapılan tartışmaların
bitip tükenmediği “İkinci Yeni” şiir akımının tercihi gibi kapalı, soyut ve
eğretilemelere, çağrışımlara dayalı bir dili tercih ederek öykücülüğümüze
bambaşka bir soluk kazandıran 1950 kuşağı öykücülerinin öncü isimlerindendir. 1911
yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Lise eğitiminden sonra önce Paris, daha
sonra da Londra’da eğitimine devam eden Kayacan, uzun yıllar Londra’da yaşamış
ve hayata gözlerini Londra’da kapamıştır (1993). Kayacan, öykülerinin yanı sıra
Fransızca, İngilizce ve Türkçe şiirler yazmış, çeviriler yapmış, bir de roman (Çocuktaki Bahçe) kaleme almıştır.
Feyyaz Kayacan’ın edebiyat dünyasındaki unutuluşu, aslında
kaderin ilahi oyununu her zamanki gibi sahneye koymasıyla ilişkili dersek
yanlış bir şey söylememiş oluruz sanırım. Kayacan’ın 1957 yılında yayımlanan
ilk öykü kitabı Şişedeki Adam’ın
açılış öyküsü olan “Hiçoğlunun Serüvenleri” adlı öykünün başkarakteri olan
“Hiçoğlu” ile yazarının paralel bir kaderin kurbanı olduğunu da söyleyebiliriz
aslında.
Hiçoğlu kimdir?
1950 kuşağı öykücülerinin düşünsel anlamda buluştukları
ortak payda, şüphesiz ki varoluşçu felsefe idi. Demir Özlü, Ferit Edgü, Leyla
Erbil, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Bilge Karasu, Onat Kutlar gibi
birçok yazar varoluşçuluk düşüncesi altında dili simgesel, imgesel ve soyut bir
kullanım içine soktular. Kapalı, daha çok metaforlara dayalı bir dili tercih
eden 1950 kuşağı yazarları, gerçeğin yerine düşü, sosyal meselelerin yerine de bireyselliği
koydular. Kafka, Camus, Beckett, Faulkner gibi yazarları keşfetmeleri de işin
tuzu biberi oldu elbette.
Feyyaz Kayacan da 1950 kuşağının öncü yazarlarından biri
olarak, hemen hemen tüm öykülerine yaydığı “Hiçoğlu” metaforunu oluşturmuş ve
bu bağlamda varoluşçuluk düşüncesini öykülerinde insanın sosyal yapıdaki
yalnızlığı, hiçliği, kendini araması olarak ele almıştır. Tabii bu “Hiçoğlu”
kavramı bir metafor olmakla kalmamış, belki de Kayacan’ın tüm öykü evreninin
çekirdeği hükmündeki öyküsü “Hiçoğlunun Serüvenleri”nde mücessem hale
gelmiştir… Yani en azından!
Hiçoğlu’nun
Serüvenleri
Feyyaz Kayacan’ın daha sonra eski öyküleriyle yeni
öykülerini harmanladığı bir başka kitabına da girecek ve bu kitabın adı olacak,
fakat ilk olarak 1957 yılında yayımlanan Şişedeki
Adam adlı ilk öykü kitabının açılış öyküsü olan “Hiçoğlu’nun Serüvenleri”, Türkçedeki
belki de en güzel açılış cümlelerinden biriyle başlar:
Hiçoğlu bu kente de
veresiye girmiş gibiydi.
Kahramanımız Hiçoğlu, ad kavramının ne olduğunu bilmediği
halde, birilerinin ona adını sormasını istemektedir. Adının peşine düşmüştür. Kendisinden
bahsederken, sürekli olarak “ben” demekten bıkmıştır. (Ah, biz modern insanlar
tam tersine ne kadar da çok severiz “ben” deyip durmayı!) Çünkü, “Adsız olmak adların dışında yaşamak,
penceresiz bir odaya perde asmaya benzer, penceresiz bir odanın penceresinden
atlamaya benzer.” denmektedir öyküde de. Hiçoğlu, büyük bir “çıkmaz”
içerisindedir.
Hiçoğlu’nun bu “adsızlık” halinde kalmış olmasının çıkmazı,
akla hemen Franz Kafka’yı getirir. Müphem karakterlerin yaratıcısı olan Kafka,
tek bir harf bile olsa kahramanlarına ad vererek onları duvara çizdiği bir
pencere resmi ile aldatır. (Ad verdiklerini de insanlıktan çıkarır, böcek vb.
bir şeylere dönüştürür!) Daha doğrusu burada aldanan kişi aslında okurdur.
Fakat Feyyaz Kayacan, Kafka’nın restini görmüş ve okuru daha en başından
kendine has ironi tuzağının içine düşürmüştür. Öykünün kahramanı olan
Hiçoğlu’ndan bahsedebilmek için, ona “Hiçoğlu” adını koyuvermiştir bile. Okur
“gerçek”i görmüş, hatta bizzat yazar tarafından bu gerçeğin “üstü”ne dahi
çıkarılmıştır.
1950 kuşağı öykücülüğümüzün en belirgin özelliklerinden biri
olan bu “gerçeküstü” durum, öykü ilerledikçe daha görünür bir hal kazanır.
Mesela Hiçoğlu’nun yaptığı işlerden(?) bahsedilen bölümdeki “Başka bir kez de aynalara akıl öğretmeye
kalkışmıştı. Aynalar ortalarından çatlar olmuştu bin bir parça görününce onlara
Hiçoğlu. Hiçoğlu kendini toparlamak, kırıklara çeki düzen vermek istiyordu.”
cümleleri, öykümüzün karakterinin ve yazarın niyetinin en yüksek perdede açığa
çıktığı yerlerden biridir kanaatimce: Benliğin bölünmesi/parçalanması, kendini
tamamlama arzusu vs. Hatta “kesret içerisinde vahdet arayışı” bile diyebiliriz
bu duruma.
Kayacan, hemen hemen tüm öykülerinde gözlemleyebileceğimiz
yeni bir “kuraldışı” anlayış ile sergiler bu tip “gerçeküstü” durumları. Sanki
çok olağan, çok normal şeylermiş gibi anlatır bu durumları. Çünkü “yaşam” ve
“yaşayanlar” gerçeğin içinde olduklarını zannederken, asıl gerçekliğin pek de
içine girmek istemezler. Varoluş ve bunun zıddı olarak imleyebileceğimiz
“yokoluş” metaforu bunların başında gelir.
Hiçoğlu, aslında vardır. Vardır; ama tüm çabası, gerçek
anlamda “var” olabilmektir. Yani toplumun, şimdiki anlamda “modern toplum”un,
dayattığı bir şekilde var olmak zorunda hisseder kendisini. Hiçoğlu bir ad
dilencisi olarak çıktığı bu yolda, kaderin ona oynadığı oyunun içinde
debelendikçe “yokoluş” boşluğuna sürüklenmektedir. Tüm “varolan” insanların
kendisinin ayaklarına baktıklarını görünce, “Ayaklarının
kaldırımla ilgisini kestiğini.” Görür mesela. Ham gerçeklikten git gide
uzaklaşmaya, gerçeğin başladığı yer olan “yer” ile dahi ilişkisinin kesildiğini
görür. Ki, adını bulma yolunda ilerledikçe, yer ile olan ilişkisi santim santim
açılacaktır.
Varoluşlarını tamamlamış insanlar(!), Hiçoğlu’nun bu
gerçeküstü durumu karşısında kendisini bir sakat gibi görmeye başlarlar.
“Gerçek” olan dünyada her sakatlığın bir çaresi bulunur ya; topala değnek,
bacaksıza tahta bacak, akılsıza akıl aşısı… Fakat Hiçoğlu gibi adsız ve yerden
yüksekte gezip tozan biri, toplum ve özellikle de çocuklarımız için çok zararlı bir numunedir. Sonunda, kentin “gök
gürültüsü sahibi” kişileri, Hiçoğlu’nun cezalandırılmasına karar verirler.
Hiç Olabilmek
Hiçoğlu’nun başına sonrasında neler mi gelir? Eğer bunu
söylersek, zaten üzerinde fazlaca söz ettiğimiz güzelim öykünün tadını hepten
kaçırırız. Bu yüzden, sanırım Feyyaz Kayacan gibi bir yazarın “hiç” olup
yitmesine gönlü razı gelmeyen biri olarak bunu yapmayacağım. Onun yerine,
“varoluş” denen modern kıskacın birey üzerindeki hükmüne tatlı bir karşı çıkış
olarak da okuyabileceğimiz bu öykünün bir aşırı yorumunu yaparak sözlerimi
nihayetlendireceğim.
Benliğin Kaynakları –
Modern Kimliğin İnşası kitabının yazarı Charles Taylor, “Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerine
odaklanmaktır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır.” der. Doğru
söyler. Çünkü modern bireyin inşası demek, kişinin benliğinin, yine kendi
benliğinin içine sıkış tepiş sokulmaya çalışılmasından gayrısı değildir. Zaten
1950 kuşağı öykücülerinin “varoluş” düşüncesinden anladıkları da hemen hemen bu
modern bakış açısıdır. Aslında kendi içlerine düştüklerinin, kendi içlerinde
kaybolduklarının pek de farkında olmayan benlikler…
Feyyaz Kayacan’ı bu noktada, özellikle de “Hiçoğlu” metaforu
ve “Hiçoğlu’nun Serüvenleri” öyküsü bağlamında, kuşağının yazarlarından ayıran
şey ise bireyin benliğinin değil “ad”ının peşine düşmüş olması diyebiliriz.
Öyküde karşımıza çıkan “Banka Müdürü, Sigorta Şirketi Müdürü, Çöpçüler Genel
Süpürgesi, Deliler Derneği Baş-çığlıkçısı” gibi modernizmin ipliğinden örülme
çeşitli adları giyinmiş tiplerin yanında Hiçoğlu olabilmek, ham gerçeklikten
uzaklaşıp yükselmektir çünkü.
Son olarak şöyle dersek, biz de bir gün Hiçoğlu olabiliriz
belki:
Gerçeküstü iyi, metafizik pekiyi.