3 Mart 2020 Salı

Unutulan Öyküler: İçeriye Bakan Bir Öykücü: Mehmet Günsür



Adı anılmayan nice öykücü, nice öykü var. Unutulan, unutturulan ya da unutulmaması için kimsenin pek de çaba sarf etmediği… Fakat işin güler misin ağlar mısın bir yanı da olabiliyor bazen: Bir öykücüyü (tekrar hatırlamak için en azından) çağımızın tabiriyle, googlelıyorsunuz ve karşınıza çıkan acıklı bir güldürü olabiliyor çoğumuz için.

Mehmet Günsür, kendisiyle aynı adı ve soyadı taşıyan popüler bir aktörden başka kim o zaman?

Everest Yayınları geçtiğimiz ay yayımlamasaydı Mehmet Günsür’ün toplu öykülerini, belki bendeniz bile sürekli duyduğum ama kitaplarını hiçbir yerde bulup öykülerini okuma fırsatı edinemediğim bu ismi tamamen unutup gidecektim.

Ressam, siyasetçi, reklamcı…
Öğretmen Emine Günsür ve “Tüm nesnelere sevgiyle yaklaşan ressam” gibi güzel bir üne sahip olan babası Nedim Günsür’ün tek oğludur Mehmet Günsür. 1955 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Her ne kadar Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İktisat Fakültesi’ne girse de, burada ancak iki sene okur, sonrasında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam eder ve 1984 yılında mezun olur. Bu sürede bir yandan da Türkiye İşçi Partisi’nde ilçe başkanlığı gibi farklı aktif görevler almakta, çeşitli siyasi gazete ve dergiler çıkarmaktadır.

Fakat Mehmet Günsür, resim yapmayı tercih eder sonrasında, tıpkı babası gibi. Sergiler açar. Sonra reklam yazarlığı, yaratıcı yönetmenlik derken tamamen reklam piyasasına yönelir.

Kısa Ömür, Kısa Öyküler
Mehmet Günsür’ün ilk öykü kitabı olan Caïque 1995 yılında yayımlanır. Birçok yazara göre oldukça geç bir yaşta eser vermeye başlayan Günsür, daha önce oldukça sınırlı bir sayıda basılan bu kitabının ardına dört öykü daha ekleyerek 2002 yılında İçeriye Bakan Kim? adlı kitabını yayımlar. Sessizce ilerlediği öykü yolculuğunun bu ikinci durağında, 2003 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülür. Hemen ardından, 2004 yılında da ani bir kalp kriziyle bu dünyadan göçüp gitmek zorunda kalacaktır zaten…

Genç, öykü yolculuğu açısından bakılacak olursa daha da genç kaybettiğimiz Günsür, aldığı bu ödülden sonra Radikal Kitap için yapılan söyleşisinde şunları söyler:

"Kalıcı edebiyatçılardan biri olmak, bulunduğum yerde istikrarlı bir şekilde durmak istiyorum. Yani kalkıp roman yazmayı düşünmüyorum, farklı bir edebiyat türünde ürün vermeye çalışmak bana uzak geliyor. Fazla bir telaşım da yok doğrusu, on yılda on iki öykü yazmışım, bundan sonra bu tempoyu hızlandırmayı da amaçlamıyorum."

İçeriye Bakabilen Bir Kalem
Öykü türüne adamak istediği ömrü vefa etmese de Mehmet Günsür, iki kitabı ve daha sonra bu kitapların toplu baskılarına eklenen kitaplaşmamış öyküleriyle yıllar sonra tekrar okurla buluşma olanağı buldu. Tekrar hatırlanma olanağı mı demeli yoksa? Tekrar okura ulaşma, buluşma, tanışma olanağı.

Kuyu adlı öyküsünde, “Bilemiyorum. Yalnızca resmetmek değil… Bunun yazısı da yazılabilir.” diyerek belki de kendisinin ressam-öykücü üslubunu tanımlayan, sade ve berrak Türkçesiyle şiirselliğin tuzağına düşmeden şiir gibi bir dil oluşturan, az ve öz yazarak insanın içine bakabilmesini başaran öyküleriyle Ferit Edgü’den Hilmi Yavuz’a birçok edebiyatçıyı dahi derinden etkileyen Mehmet Günsür’ü hatırlamak için bir şans daha.

Mehmet Günsür’ün İçeriye Bakan Kim? öyküsünden, resim ve öykü dolu mutfağına yaptığı şu çağrı ile bitirebiliriz o zaman yazımızı:

Işık batıyor, mor ve somon. On sekiz yazdır bildiğim gibi. Havlu ıslak. Odama git ve giyin! Ben evime bakıyorum: Orada tuval üzerine yağlıboya birkaç resim de var. Odama gidiyorum ve giyiniyorum. Üşüyorum. İki kurşun asker, yaralı arkadaşlarını taşırlar, üçü de çok küçüktür. En küçüğü şimdi ne yapar? Zeytinyağı şişelerinde defne yaprağı olsam, öylece uyurdum mutfakta. Mutfağıma beklerim, ama ufaktır.


(Bu yazı, Arka Kapak dergisi için yazılmıştır, Mart-2018)

27 Ekim 2018 Cumartesi

Lisân-ı Kedi Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir


Spencer Holst için.

Çay ocağında bir kalabalık. Bakıyorum, şık bir beyefendi, saçları epeyce dökülmüş ve bembeyaz bıyıkları titriyor. Bir şeyler anlatıyor, herkes gülüyor. Gidip de yanlarına oturmak olmaz, ama pek de uzak sayılmayacak bir köşeye çöküp kulak misafiri olmamak da elde değil.

Kedilerden bahsediyor. Kedilerin dilinden. Ağızlarının içindeki pütürlü, durup durup kendilerini yaladıkları dillerinden değil; insanların “miyav miyav” ya da “mırnav mırnav” olarak tercüme ettiği dillerinden, yani lisanlarından.

Beyefendi profesörmüş zamanında. Kedilerin dilini, yani lisanını öğrenip onlarla iletişim kuracak kadar ileriye gitmiş bir zamanlar. Bir siyam kedisi varmış, onunla konuşmuş. Dünyayı ele geçireceğiz, uzay gemilerimiz bile var falan filan diye anlatmış kedisi… Bizimki de inanmış. Böylesi komik, inanılması güç, belki de her biri bir sanrının, yaşlılığın getirdiği uydurabilme özgürlüğün ürünü hikâyeler.

Yani, kim duysa inanmaz!

Belki de bunu bir soru cümlesi olarak atmalıyım ortaya:
Kim duysa inanmaz?

Mesela, benim gibi bir kedi, inanmaz mı kedilerin bir lisanı olduğuna?

Dünyayı ele geçirmek için yıllardır uğraştığımıza?

Sonra koşa koşa, çay ocağının az ilerisindeki caminin avlusuna varıyorum. Minarenin gölgesinde soluklanıp, patilerimi yalıyorum.

Uzaydaki birliğimize gönderdiğim bir gizli mesaj aslında bu pati yalama seansı:

“Sorun yok, insanlar halen hiçbir şeyin farkında değiller. İstilamız, zaferimiz yakındır miyav!”

17 Haziran 2017 Cumartesi

İNSANLAR, KİTAPLAR ve LİMONLAR



Romanların, öykülerin, şiirlerin, kısacası edebiyatın ne işe yaradığını düşünüp duruyoruz hâlâ. Elbette bu sorunun çok çeşitli yanıtlarını da verebiliyoruz, çoğu zaman kendimizce. “Kitap, en iyi arkadaştır.” diyoruz mesela, artık çok klişeleşmiş bir yanıt da olsa. İnsansız, sadece kitaplardan oluşan bir arkadaş evreninde yaşanabilir mi acaba? Bunu da düşündüğümüz olmuştur büyük ihtimalle. Kitapların, dizelerin, cümlelerin, kelimelerin arasında nefes alıp vermek sadece... Kulağa hoş gelmiyor değil.

Peki, sonsuza dek yaşayabilir mi bir insan sadece kitaplarla? Bir kitabı sevmekle mi, bir insanı sevmekle mi, yoksa kitap seven bir insanı sevmekle mi başlar her şey?

Gençlik edebiyatında göz dolduran eserler yayımlamayı hızla sürdüren Genç Timaş’ın yeni kitabı “Limon Kütüphanesi” kitaplar-insanlar ekseninde dönüp dolaşan, oldukça ilgi çekici bir roman olarak karşımızda duruyor.

Calypso, henüz çok küçük yaşlarda annesini kaybetmiş, on yaşında bir kız çocuğudur.  Annesinden kendisine miras kalan tablolar ve daha da önemlisi kitaplarla çevrili bir evde yaşamaktadır; düzeltisini yaptığı kitapların arasında saatler geçirip kendisini odasına hapseden babasıyla birlikte elbette… Calypso, annesinin yokluğunda çok derin sıkıntılar ve farkına bir türlü varamadığı bir bunalım içinde olan babasına bakar. Yemek yemeyi bile unutan, kafasını çalışma odasındaki kâğıtlardan kaldırmayan, Calypso’ya sürekli olarak içindeki “manevi güç”ü keşfetmesini söyleyen babasının bu hali, olayları bambaşka boyutlara taşıyacaktır.

Fakat Calypso’nun asıl hikâyesi, yeni okul arkadaşı Mae ile başlar. Hani şu yerden topladığı dallar ile okulun bahçesine koskoca bir CALYPSO yazan ilginç kız!

Mae kelime düşkünü, kitap oburu bir kızdır. Okuduğu kitaplarla güler, okuduğu kitaplarla ağlar. Tıpkı Calypso gibi bir sevda besler kitaplara, okumaya, hatta yazmaya. İşte bu ortak sevgileri, görünmez bir bağın örülmesine sebep olur Mae ile Calypso arasında. Calypso, kitapları ve biraz da olsa babasıyla paylaştığı yalnızlık evinin kapısını Mae için aralar. Tıpkı kendisi gibi kitapların dünyasına inanan, kelimelerin evreninde dolaşan, kitaplardaki karakterlerle yaşayan bu yeni ve hatta “ilk” arkadaş ile her şey eskisinden kat be kat güzeldi artık.

Sadece Mae değil, Mae’in ailesi de Calypso için hiç alışık olmadığı bir hayatın kapısının aralanmasını sağlar. “Aile” denilen şeyin ne olduğunu, anne sıcaklığını, çocuk olabilmenin o uçsuz bucaksız özgür alanını keşfetmeye başlar yavaş yavaş. Öyle güzel ve sıcak bir deneyimdir ki bu, Mae’in evinde zaman geçirmek, hatta onlarla birlikte yaşamak ister Calypso.

Tam böyle güzel giderken her şey, insanlar-kitaplar eksenini yerle bir edecek o şeyler çıkar ortaya: Limonlar.

Kitaplar-insanlar ve limonlar...

“Kitaplar size kaybettiğiniz insanları geri verir.” der Calypso romanın bir yerinde. Peki, limonlar ne yapar, ne yapabilir insana? Limonların sizi sevdiğiniz kitaplardan uzaklaştırmaya gücü yeter mi mesela? Ya da sevdiğiniz insanlardan?

Kitaplar, insanlar ve limonların garip ve hüzünlü çatışmasını öğrenmek, kitapların ve limonların bir çocuğun dünyasında nelere karşılık gelebileceğini anlamak, insana dokunan her şeyin ve insanın aslen kendisinin “manevi güç” olabileceğinin keşfetmek için “Limon Kütüphanesi” mutlaka okunması gereken bir roman.

İnsanları, kitapları ve elbette limonları da seven tüm okurlar için…



(Bu yazı, edebiyathaber.com için yazılmıştır, 1 Haziran 2017)

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Unutulan Öyküler: Kâğıda İğnelemeyen Yeni Bir Ses: Sevim Burak



Edebiyat serüvenine atılmış olan her genç kalem, kendisinden önceki müktesebatın üzerinde ve daha farklı bir ses ile kendisini göstermeye gayret eder. En azından etmelidir. “Yeni” ya da -daha edebi bir kelime ile tanımlayacak olursak- “avangart” olabilmek, müellifin attığı okun hedefi 12den vurması ile eşdeğer kabul edilir. Üslupta, dilde, biçimde “yeni” ve “öncü” olmak her zaman geçer akçedir… Gerçekten öyle midir?

Sevim Burak, edebiyat serüveni boyunca hiçbir edebi akıma, hiçbir topluluğa dâhil olmamış ve kalemini daima “yeni” olanın hizasında, hatta birkaç boy üzerinde tutmuştur. Ama yeni bir öykü evreni kurma çabası, deneysel bir biçim ve bambaşka bir dil arayışı Sevim Burak’ın geçer akçesi değil; belki de birçok çevre tarafından görmezden gelinmesine, unutulup gitmesine en acı (hatta ironik) nedeni olmuştur.

Sevim Burak’ın Öykü Evrenine Giriş

29 Haziran 1931 İstanbul’da dünyaya gelen Sevim Burak, edebiyat yolculuğuna 1950 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan “Hırsız” adlı öyküyle başlar. Burak daha sonra “teknik bakımdan zayıf” bulacağı altı öykü daha yayımlar çeşitli gazetelerde. Fakat bu öykülerle değil, 1955 yılında yayımlanan “Beşten Sonra” adlı öyküsüyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.

Sevim Burak, kısıtlı bir çevre içinde dahi olsa isminin duyulmasının cazibesine kapılmaz. Çünkü onun için edebiyat çevresinde ün sahibi olmak değildir mesele. (Uzun bir süre mankenlik yapmış biri için insanların gösterdiği ilgi ve alakanın ne kadar kıymet-i harbiyesi olabilir ki zaten?) Bu yüzden Burak, edebiyat içerisindeki “yeni” arayışından hiç vazgeçmez ve tam altı yıl boyunca hiçbir şey yayımlamaz. (Şimdi düşünüyorum da, modern çağın felaketlerinden biri olan “görünme” hastalığından yeteri kadar mustarip olan biz yazarlar koskoca altı yılımızı verebilir miyiz “yeni” olanın peşinde koşmak için? Hiç sanmıyorum. Pıtrak gibi kitap çıkarmaya, her yerde görünebilmek adına taklalar atmaya devam o zaman!)

Altı yıllık bir aradan sonra Sevim Burak, klasik öykü anlayışından oldukça uzak bir metin olan “Sedef Kakmalı Ev” ile suskunluğunu bozar. 1965 yılında yayımlanan ilk kitabı olan “Yanık Saraylar”ın da ilk öyküsü olan “Sedef Kakmalı Ev” artık “yeni” bir sesin edebiyatımızda yankılanmaya başladığının işaretidir. Şiir düzeninde alt alta dizilmiş cümleler, büyük harflerle yazılmış kimi kelimeler vb. biçimsel yenilikler göze çarpar ilk bakışta bu öyküde. Bu ve benzeri biçimsel oyunların kat be kat fazlası, “Yanık Saraylar” kitabını oluşturan diğer öykülerde de rahatça gözlenebilmektedir. Fakat bu biçimsel oyunların/deneylerin içerisinde Burak, anlatmak istediği ya da okurun anlamasını murat ettiği hikâyeyi hiçbir zaman ıskalamaz. Biçim, -her ne kadar içeriğin önünde gibi görünse de- içeriğe işaret eden anlatıcının “Buradayı-m/z!” diye haykırışının sesini yükseltmesi olarak oldukça mühim ve belki de vazgeçilmez bir işlev özelliği taşımaktan da geri durmaz.

Duraklama Dönemi

Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı olan “Yanık Saraylar” kitabı, yayımlandığı tarihlerde hatırı sayılır sayıda eleştirmen tarafından görünür ve değerlendirilir. Fakat herkesin kendince bir tarafa çekmeye çalıştığı bu “yeni” öyküler, 1966 yılında Sevim Burak’ın Sait Faik Armağanı’na katılmasıyla asıl büyük tartışmayı başlatır. Yedi kişiden mürekkep olan jüri arasından yalnızca Behçet Necatigil ve Memet Fuat’ın oylarını alan kitap, ödüle layık görülmez ve o sene ödülü şimdilerde adına hiçbir yerde rastlamadığımız(!) öykücü Cengiz Yörük alır. Hatta öyle ki Memet Fuat, sevdiği bir yazar olan Sait Faik adına, yine çok sevdiği sanatçılara haksızlık etmenin sorumluluğunu taşıyamadığını söyler ve seçici kuruldan istifa eder.

Sevim Burak, her ne kadar edebiyat ortamlarında ve çeşitli soruşturmalarda bu konu hakkında bir şey dile getirmese de, mektuplarında küskünlüğünden dem vurur sürekli. Öykü yayımlamaz hiçbir yerde. Kendisi gibi “yeni”nin peşinde olan Leyla Erbil, Ferit Edgü, Bilge Karasu vb. öykücülerin görmezden gelinmesini ve böylesi “saygın”(?) bir ödülün halen 40-50’li yılların toplumcu yazarlarına verilmesine kızgındır.

1980 yılının başına kadar protestosunu sürdürür ve hiçbir yerde hiçbir eserini yayımlatmaz Sevim Burak. Bu “protesto”yu kendisine ödül verilmemesinden dolayı bencilce bir şekilde değil, edebiyat adına yapılan bir pasif direniş olarak okumak gerekir. Çünkü protestosunu bitirmek üzere “Bir Gece Yemeği” adlı öyküsünü gönderdiği Milliyet Sanat’tan, “… bu öykü bizim okurlarımızı aşıyor, sizin için ileride sürrealist bir sayı çıkar, yayımlayabiliriz.” cevabını aldığında verdiği şu yanıt, Sevim Burak’ın edebiyat eserlerine ve okuruna verdiği yüksek önemi göstermesi açısından kıymetlidir:

San’at eserinin anlaşılmak diye bir kuralı mı var ki bizim okuyucumuz anlamaz diye yayımlamıyorsunuz? San’at eserinin anlaşılması şart değildir, bazen on sene, bazen yirmi sene sonra, bazen yazarı öldükten sonra anlaşılabilir. Bazen de hiç anlaşılmayabilir. Sizin vazifeniz san’at dergisi olarak ileriye gitmek ve basmaktır.

(Tabii burada şu notu da düşmeden edemem: Dergilere ya da yayınevlerine metinlerini gönderirken yukarıdaki sözler seni gaza getirmesin sevgili okur! Eğer yazdıkların yayımlanmıyorsa, önce aynaya bir bak, “Sevim Burak kadar yenilikçi, özverili ve sabırlı mıyım bu edebiyat yolculuğunda?” diye kendine bir sor, sonra görüşelim…)

“Yeni” Bir Ses, Son Bir Söz

Sevim Burak, ölümünden bir sene önce, 1982 yılında ikinci öykü kitabı olan “Afrika Dansı”nı yayımlar. İlk öykü kitabı ile ikincisi arasında tam on yedi sene vardır. “Afrika Dansı” kitabında bulunan öyküler, artık biçimselliğin sınırlarını zorlayan metinler olarak Türk öykücülüğünde uç bir yerde durmaktadır. Şiirsel dizilimden ve büyük-küçük harf oyunlarından daha öteye; cümle yapısının bozulmasına, kelimelerin anlam ve biçim kaymasına uğramasına, yine Türkçe kelimelerin farklı dillerin okunuş fonetiğine göre yazılmasına (“Djénet giubi baghtce” ya da “Achek oldoum” gibi…), çeşitli resimlerin kullanılmasına vs. kadar uzanmıştır. Sevim Burak “yeni” olanın peşindeyken, artık tepeden tırnağa “yeni” olmuştur artık.

“Afrika Dansı” kitabının yanı sıra ancak ölümünden sonra yayımlanma imkânı bulan diğer eserleri ile Sevim Burak, kimi zaman edebiyat dünyasına küsmüş de olsa, kimi zaman anlaşılmağını düşünmüş de olsa, kendisini daima yalnız hissetmiş de olsa her zaman kendisi olmanın peşinden gitmiştir. Türk öykücülüğünde unutulmuş ya da yeterince hatırlanılmayan bir yere sahip olması, onun yazdıklarının ve bu kısacık yazıda pek de değinemediğimiz iç dünyasının kaderinin bir yansıması olsa gerek.
Sanırım yazımızı Sevim Burak’ın şu sözleri ile bitirirsek, bu yazıya sığdıramadığımız Sevim Burak yazınının aslını Sahibinin Sesi’nden aktarmış olabiliriz belki:

Benim yazdığım biçimde bir yazar için, dünyayla alışveriş kurmaya imkân yok. Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere, ki, aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sonra benim yaşadığım yaşam beni cezalandırır, yazı yazamam. Benim yazı yazmam kendi kendimi bir hücreye, belki kendi içimdeki hücreye kapatmama bağlı. Herkes gibi mutlu olmak için uğraş veremem, kendime aykırı gelen şeyler, mutluluklar, umutlar zenginlik, onun getirdiği nimetler… Bunlar benim edebiyatımda yok. Bunların olmadığı, tamamen yalnız ve ümitsiz bir ortam; her şeyden umudunu kesmiş bir yazarın yazmayı sürdürmesi… (Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, Hayy Kitap, 2009)
                                                                                                                                                                                                                                           


12 Mayıs 2017 Cuma

Unutulan Öyküler: Sonradan Hatırlanmış, Unutulmuş bir “Özkişi”




29 Ağustos 2004 tarihinde, gazeteci Ahmet Hakan şöyle yazmıştı köşe yazısında:

Milli Eğitim Bakanlığı, gençleri kitap okumaya özendirmek amacıyla "100 temel eser" listesi hazırladı. Olması gerekenlerin hepsi, yani Akif, Nazım, Dostoyevski, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Orhan Veli filan listede. Ancak listede adı söylendiğinde "O da kim yahu?" denilecek bir yazar da var. Aşina olmadığımız bu yazarın adı: Bahattin Özkişi. Tavsiye edilen eserinin adı: Sokakta. Merak ettiğim şu: Acaba gerçekten "hakkı teslim edilmemiş" bir yazarla mı karşı karşıyayız yoksa ülkemizin en güzide müessesi "torpil" burada da mı devriye girdi?

Kim olduğu bilinmeyen, bilinmemesi bir yana komik bir şekilde “torpilli” sanılan, hatta adı bile, bir zahmet bir yerlerden bakılıp yazmak yerine, yanlış yazılan Bahaeddin Özkişi kimdir gerçekten? Ancak 2004 yılında, yani vefatından 29 sene sonra adını duyabildiğimiz(!) bu yazarı okur olarak bizler biliyor, tanıyor muyuz? Bu kadar unutmak, unutmak mıdır artık? Yoksa…

“Özkişi” niyetine…

Soyu, Nakşibendî şeyhlerinden Hacı Halit Efendi’ye dayanan Bahaeddin Özkişi, 1928 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğreniminden sonra Sultanahmet Sanat Enstitüsü’ne devam eden Özkişi, ilk hikâyelerini de burada yazmaya başlamıştır. İlk hikâyelerini kaleme aldığı sıralarda birçok edebiyatçı ile yakinen tanışma fırsatı elde eden Özkişi, en büyük övgüyü tam da o yıllarda Ahmet Hamdi Tanpınar’dan almıştır: Devam et oğlum, sen on tane Sait Faik edersin!
Elbette devam eder Özkişi yazmaya. Bir yandan Süheyl Ünver’den tezhip dersleri alan ve diğer yandan da eski İstanbul evlerinin üç boyutlu maketlerini yapan Özkişi, yazmaya da devam eder. 1959 yılında, otuz kısa öyküden oluşan Bir Çınar Vardı adlı ilk kitabı yayımlanır. Öykülerinin ardından, üç tane de roman yazar daha sonra Özkişi:  Köse Kadı - Uçtaki AdamSokakta

Bir Çınar Vardı kitabından ve romanlarından sonra Özkişi, birçok dergide kısa hikâyeler yayımlamaya devam eder. Fakat bu öykülerini kitaplaştırmaz, 1975 yılında yayımlanan ikinci öykü kitabı olan Göç Zamanı kitabına da almaz. İlk öykü kitabı oldukça uzun bir süre tekrar yayımlanmayan Özkişi’nin, sadece bir öykü kitabı (Göç Zamanı) olduğu düşünülür uzun bir zaman.

Ötüken Neşriyat, son olarak hazırladığı edisyonda (2008’den bu yana, 3 baskı) Bahaeddin Özkişi’nin yayımlanmış iki öykü kitabını ve kitaplarına almadığı öykülerini tek bir ciltte yayımlamıştır. Bu kitap şu anda her ne kadar pek kolay şekilde piyasada bulunmuyor olsa da, yine de Ötüken Neşriyat’a bu çalışmasından dolayı teşekkürlerimi sunmak isterim.

Bir Çınar Vardı

Bahaeddin Özkişi’nin yayımlanan ilk kitabı, oldukça kısa hacimli öykülerden mürekkep bir çalışma olan Bir Çınar Vardı adlı öykü kitabıdır. Bazısı yarım kitap sayfasını bile doldurmayan bu öyküler, Özkişi’nin edebiyat dünyasında ileride atacağı adımların sağlamlığını okura oldukça açık ve net bir şekilde gösterir. Metinlerin kısalığına karşın, öykülerdeki anlatım gücü oldukça yoğun ve görkemlidir. Dil bütünlüğü oturmuş, ince ve hüzünlü bir kara mizahın kokusunu duyabileceğimiz, “küçük” insanların “büyük” dünyalarının hikâyeleridir anlatılan. Türk öykücülüğünde özellikle Sait Faik’e atfedilen bu “küçük insanın hikâyesi” durumu, Özkişi’nin öykülerinde farklı bir açıdan seyreder. Özkişi, kaleme aldığı insanların kendilerini konuşturur, kendilerini öne sürer daima. Yazar, hiçbir şekilde metinde görünmez. Sade ve yalın, gerçekten karşımızda durur insanlar. Kendi şiveleri, kendi gülünçlükleri, kendi acı ve hüzünleriyle; canlı ve kanlı bir şekilde.

İri iri iki yaş tanesi haftalık sakalları arasında kayboldu. Gürültüyle burnunu çekti.
-Ya, sen de sanırsın ki memnunam, bilürem, üzülürsen, sen emminden Rus çafiri üzülmez a halime. Da bu gün, şindik kan tükürmüşem.
(Bilinmeyen Kahramanlar)

Bir Çınar Vardı kitabındaki öykülerde gözlemleyebileceğimiz diğer bir unsur, bu toprakların mayası olan irfan geleneğimize olan atıflardır. Romantizme kaçmayan bir İslamiyet inancı yansıması, halkın temiz ve içtenlikli imanı… Bu unsur, Özkişi’nin daha sonrasında kaleme alacağı romanlarında daha metafizik bir hal alacak ve olgunluğa erişecektir. Özellikle Sokakta adlı romanı, metafizik bir gerilim/polisiye romanı olarak okunabilecek ve edebiyatımızda pek de benzeri görülmeyen bir eserdir.

Göç Zamanı

Bahaeddin Özkişi’nin ikinci öykü kitabı olan Göç Zamanı, öykücülüğünün ustalık eserlerini bir araya getiren öyküleriyle tam bir başyapıttır. Kara mizah ve ince bir duygusallığın yanı sıra, bu kitaptaki öykülerde yazarın kendine has ironi anlayışı da oldukça açık bir şekilde gözlemlenir. Zaman zaman Oğuz Atay’a, zaman zaman Yusuf Atılgan’a benzer bir dil ve üslup görülür öykülerde. Özellikle modern dünya içerisindeki insanın hal-i pürmelâlini tartıya koyan paragraflar, tam olarak öncül birer Oğuz Atay metni olarak okunabilir. (Acaba Atay, Özkişi’den haberdar mıydı? Öykülerini okumuş, hatta onunla tanışma fırsatına ermiş miydi? Bilemiyoruz. Ama Tutunamayanlar romanındaki meşhur başkarakter Turgut Özben ile Bahaeddin Özkişi’nin soyadı benzerliği, biraz aşırı yorum olacak belki ama, ruhsal bir kalem kardeşliği olarak görülebilir. Kim bilir…)

Aşağıda alıntılayacağım “Palto” öyküsünden bir paragraf, umarım zihnimde canlanan Özkişi-Atay paralelliğini size de gösterebilir. Hele ki Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” öyküsünü de düşünürseniz, “Manto/Palto” imgelemini göz önünde bulundurursanız…

İnsanlar bize dikkat etmiyorlardı. Bizler, toplumun kaldırıp attığı iki tuhaf yaratık, kendi azaplarımız içinde yalnızdık. O ucuz bir paltonun, bense, iki gün yatağa çıkarmadan girdiğim bir gece elbisesinin zavallı kurbanları. Yapayalnız odamda, benimle hiçbir ilgisi olmayan yeni elbisemin, bana azab verişi nedendi? Nedendi bu adamın yeni paltodan kıvranışı?

Yine “Rilke’nin Dişiliği Hakkında” adlı öyküsü, ünlü alman şair R. Maria Rilke’yi uzun bir süre kadın sanan (“Maria” adından dolayı) ve hatta ona âşık olan bir okurun acıklı/komikli hikâyesini anlatır bize. Ne kadar da Oğuz Atay’ın kalemi bir öykü gibi duruyor, değil mi? (Bu nedenle tam da burada, ciddiyeti elden bırakıp sormak isterim: Atayistler bunu da açıklasın!)

Son Olarak

Bu yazıyı kaleme almadan önce, birçok okur ve yazar dostuma Bahaeddin Özkişi’nin herhangi bir kitabını okuyup okumadıklarını sorduğumda, çoğunlukla olumsuz yanıtlar aldım. İsmini duyan çoktu, ama öykülerini ya da romanlarını okuyanların sayısı tahmin ettiğimden de azdı. Özellikle Müslüman ve muhafazakâr kesim dâhilinde bile okurunun oldukça az olması beni şaşırttı ve üzdü.

2004 yılında MEB’in “100 Temel Eser” seçimi kurulunda Bahaeddin Özkişi’yi öneren ve kabul ettiren kişi kim, bilmiyorum. Ama kendisine hem benim hem de tüm edebiyatseverlerin/okurların bir teşekkür borcu olduğunu söylemem gerekiyor. Belki “100 Temel Eser” kapsamına alınmasa, Özkişi’yi unutmaktan daha fazla bir terk edilmişliğe bırakacaktık.

Şu an bile bu kadar unuttuysak…



11 Mayıs 2017 Perşembe

RÜYA YAPIM ÇALIŞMALARI


“Self kleptomani” tanımına lise yıllarımda, Dadaizmin kurucu isimlerinden Tristan Tzara’nın bir metninde karşılaşmıştım. “Self kleptoman ressamlar”dan bahsediyordu… Karşılaşır karşılaşmaz da kendime bu teşhisi koymuştum: Kendinden çalan, kendinden çalma hastalığından muzdarip bir yazar adayıydım ben de işte! Yazdığım her cümleyi bir köşeye tıkıştırıp, sonra başka cümleler kurmak için etrafta dolanırken o tıkıştırdığım cümleleri özenle çalıp metnine ekleyen, onları bozan, kıran, kesen, yapıştıran… Yazdıklarımdan, okuduklarımdan, düşündüklerimden, gördüklerimden, yaşamımdan ve ölümün kardeşi olan uykunun armağanı olan rüyalarımdan çalıp çalıp yazıyor, sonra bu yazdıklarımdan da çalıp başka şeyler yazıyor, sonra bu yazdıklarımı rüyamda görüp ertesi sabah tekrar yaşayıp tekrar yazıyordum.

Hâlâ da öyleyim, çok şükür.

Rüya Kadar adlı ikinci kitabımın açılış öyküsü olan Hayrola adlı öykünün hikâyesi, yine bir “self kleptomani” hikâyesidir:

Başarılı çocuk kitaplarına imza atan bir arkadaşım, bana neden bir çocuk kitabı yazmadığımı sormuştu bir zaman. Evet, neden olmasın-dı? Bunun üzerine hemen bir hikâye ve bir karakter tasarlamaya başladım. Düşündüm, taşındım, kitaplar karıştırdım, filmler izledim, notlar aldım… Rüya meselesine olan özel ilgim de meseleye eğilince, rüyalarının işareti ile çeşitli kahramanlıklara imza atan bir çocuğun hikâyesini kurguladım. Kahramanımın adını, çocukların da seveceği bir isim olarak “Hayrola Hayri” koydum ve başladım yazmaya… Ama araya işler, güçler, evlilik, koşturmaca vesaire girince projem yarım kaldı ve yarım kalan her şey gibi o da tamamlanamadı. Yazdığım sayfalarca metni çöpe atmaya da her zamanki gibi kıyamadım ve bir “self kleptoman” olarak başladım düşünmeye: Acaba bu yazdıklarımdan bir ya da birkaç öykü çıkabilir miydi?

Evet, neden çıkmasın-dı!

Kahramanım Hayrola Hayri’nin rüyasında gördüğü ve hakikat sırlarına vakıf olan, Hayri’ye bir nevi mürşitlik eden dedesini anlattığım bölüm elimdeki en güzel malzemelerden biriydi. Sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak Hazretleri'nden ilhamla (ilham mı, yoksa yine bir “self kleptomani” mi?) yazdığım bu bölümün girişine, rüya-hayat bağlamında bir giriş bölümü ekledim. Çocuk diline uygun olarak yazdığım hikâyeyi de daha olgun ve “edebi” cümleler ile tekrar tekrar yazdım. Böylece elimde Hayrola adlı bir öykü olmuş oldu. Yine kendimden çalarak, kendime bir rüya hediye etmiş oldum. Allah hayır etsin.

Ama bu öykünün hikâyesi bu kadarla da sınırlı değil. Ali Teoman’ın bir hikâyesini okuduğum zaman zihnimde canlanan “rüya tabiri yapan bir sahaf” fikri de bu öykünün parçalarından biri. (Belki de…) Yazmaya başladığım ve yarım kalan onlarca öykümden biri olan bu rüya tabircisi sahaf, Hayrola öyküsünde daha başka bir dona bürünüp mücessem hale geldi. O öyküyü de bir gün tamamlarım inşallah, başka başka yazdıklarımdan çalarak.

Kim bilir, belki de “hipertrofik yetenekli” beynimin içinde dolaşan, ama yeri başka başka metinler olan başka başka bir sürü cümleyi de çalıp eklemişimdir bu öyküye farkında olmadan. Çünkü bu bir hastalık! Ben bu hastalığımı seviyorum, kim ne derse desin. Çünkü şu “rüya kadar” kısa hayatımda bir tek bu hastalığımın hakikatine vasıl olsam dahi ne büyük bir devlet bana! Haddim olmayarak, kendime edebiyat yolunda ulaşmam gereken nokta olarak “Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş” sırrını seçmiş olabilirim. Evet, neden olmasın-dı? Böylece gerçek ne kadar gerçek, kurgu ne kadar kurgu, oyun ne kadar oyun, rüya ne kadar rüya, rüyamızı kim tevil eder, rüya görmek için uyuyanların halleri ile nasıl halleniriz sorularına bir yanıt bulabilmek için kendimi kandırmam bile yeter bana. Miri malı çalmaktan utanmadığım gibi bir de kendimden çalıyorum, ne yapayım; kendimden çalayım ki çaldığım şeyde kendimi bulayım diye belki de.

Ne büyük laflar ettim değil mi?


Sanırım bu ve anlatamadığım birçok şeyden dolayı, uzunca bir süre “rüya yapım çalışmaları” devam edecek bende. İçimdeki rüyayı çıkartıp hakikate tevil ettirebilirsem bir gün, ölen zaten hayvan olur. “Hayrola?” diye sorulunca, tüm öyküler de kalanlardan olur. İnşallah.


5 Mayıs 2017 Cuma

Unutulan Öyküler: Öyküsü Şiir, Şiiri Öykü Bir İstanbullu



Edebiyat dünyasının, ama en çok da okurların, affetmediği bir şey vardır: Eğer yazının sadece bir türünde ün yapmışsanız, yazdığınız diğer türlerdeki tüm eserlerinizin yeri çöplüktür. Mesela iyi bir “romancı” olduysanız, kusura bakmayınız; yazdığınız onca güzel şiir bir çırpıda unutulmaya mahkûmdur… En azından, pek çoğu! Ya da iyi bir şairseniz, kaleme aldığınız öyküleri de ne yapacakmış okur? Sizi gidi sizi… Siz edebiyatçılar ne çok şey istiyorsunuz öyle! Hem zaten sizin talihsizliğiniz, en başta, edebiyatçı olmanızda. Bir de üstüne üstlük soyadınız “Eloğlu” ise, kim umursar ki sizi?

Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman


Metin Eloğlu denilince akla, elbette hemen “şiir” gelir. Biraz daha düşünülürse, kendisinin ressamlığı hatırlanır. Fakat “şair” ve “ressam” tanımlamaları, Metin Eloğlu’nun sanatçı yönünü kavrayabilmemiz için yeterli olmamaktadır. Şiirlerinde kullandığı temiz ve kendine has “melezleme” Türkçesi, çağdaşlarından ayrı bir yerde durduğunu herkesin itiraf ettiği şiirlerindeki zengin ironisi, “halka rağmen” değil “halk ile” olan içli dışlı toplumculuğu… Maalesef Metin Eloğlu’nu bu kadarla da sınırlı tutamayız. Kendisinin yaşarken bir kitap bütünlüğünde göremediği (Asım Bezirci, öykülerin kitaplaş(a)mamasını, biraz da Eloğlu’nun “üşengeç” tarafına verir) öykü serüvenini de konuşmalıyız.

Metin Eloğlu’nun Öykü Serüveni

1927 yılında dünyaya gelen ve 1985 yılında bu dünyadan göçen Metin Eloğlu’nun öyküleri, daha önce de Eloğlu’nun kitaplaşmamış şiirlerini bir araya getiren Turgay Anar tarafından derlenerek Selahattin Özpalabıyıklar editörlüğünde İstanbullu adıyla 2009 yılında YKY tarafından yayımlandı. Kitap öyle büyük bir ilgi görmüş olacak ki, halen ikinci baskısını yapmamış durumda ve birçok kitapçı ile internet mağazalarında “temin edilmiyor” halde sessizliğini korumakta!

Metin Eloğlu’nun ilk öyküsü, 25 Mayıs 1944 tarihinde Servetifünun dergisinin 2464. sayısında “Mehmet Metin” imzasıyla yayımlanır. “Balıkçı Çocukları Şehri” adlı bu öyküden yedi ay önce de ilk şiiri yayımlanmış olan Eloğlu’nun şiir ile öyküyü paralel olarak ve hatta birbirini destekleyerek yazdığını görmek mümkün. Zamanlama bir yana, öykülerinde oldukça şiirsel bir dili ve şiirin imkânlarını tercih etmiş olması ya da şiirlerinde nevi şahsına münhasır bir “öyküleme” kullanması da bunun kanıtı olarak gösterilebilir. Julio Cortázar'ın, “Öykü ile şiirin yaratılışı, doğuşu aynıdır: Birden ortaya çıkan bir yabancılaşma ‘normal' düzeneğini yerinden oynatan bir değişim.” sözünü de zihnimizin bir köşesinde tutalım bu vesileyle.

Elbette, hikâye anlatmanın farklı iki biçimi olarak görebileceğimiz şiir ve öykü, birbirinden oldukça farklı teknik özelliklere sahiptir. Nesir ve nazım arasındaki ortak paydadan ziyade, imkân bakımından farklılıklarının daha fazla olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat bu iki türü birlikte kotaran birçok edip gibi Metin Eloğlu’nun da şiirleri ile öykülerinin ortak paydasının daha fazla olduğunu görebiliriz. Çünkü Eloğlu yazdıklarıyla her zaman dilin imkânlarını kurcalamış, Türkçeyi yeniden inşa etme gayretinde olmuştur. Bu, şiir ve öykülerinde tercih ettiği kelime seçiminden bile oldukça net bir şekilde anlaşılır. “Kısnık, şergil, ımızık, şıpınişi, kancaloz, hamhalat, pıyrım, singöröz, pırnakıl…” gibi gündelik hayatta dahi kulağa çalınması ihtimali zor kelimeleri titizlikle ve göze batmayan bir kıvamda metnine yerleştirmeyi başarmıştır. Hatta şair İlker Şaguj, çok sevdiği Metin Eloğlu’nun kitaplarını tarayarak Metin Eloğlu şiirinin temel kurucularından biri olarak gösterebileceğimiz, halk dilinden aldığı ya da türettiği/ürettiği sözcükleri araştırıp bir sözlük hazırlamıştır 2015 yılında. (Metin Eloğlu Sözlüğü, 160.Kilometre Yayınları)

İstanbullu-luk

Kana kana karanlıkta
Gel kardeşim Üsküdar
Hadi bize gidelim
Helvanı al gömleğini çekele içini dök
Usunu sıyır hadi bize gidelim
Yalnızlık az sonra damlar

Yukarıda bir parçasını alıntıladığım “Üsküdarlama” adlı bu güzel şiirin şairi Metin Eloğlu, Üsküdarlıdır. Aslına bakarsanız, Üsküdar’dır. Hatta ve hatta İstanbul’dur. İstanbulludur. İstanbul onun için aşktan da öte, sevgiliden de öte, hayal ve rüyadan da öte gerçek bir gerçektir. Bir gıdadır.

“Günlük gıdam mı? Bir haşlanmış patates, cücüklü bir soğan, yüz gram helva. Ekmek istemez. İstanbul ister.” (“İstanbullu”, sf. 110)

Metin Eloğlu’nun İstanbullu öykü kitabının editörlüğünü yapan Selahattin Özpalabıyıklar’ın kitaba bu ismi önermesi, sadece Eloğlu’nun aynı adlı bir öyküsünün olmasından daha fazlasını işaret eden bir önem taşımaktadır. 1956 yılında Pazar Postası’nda yayımlanan ve yukarıda bir alıntısını paylaştığım “İstanbullu” adlı öyküsünde zirveye ulaşan İstanbul sevdası, şiirlerinde olduğu gibi, Eloğlu’nun diğer tüm öykülerinde de aşikârdır. Birçok öykünün mekânı, birçoğunun kahramanı (ya da kahramanlarının memleketi: Üsküdarlı Mahmut, Balatlı Hüsnü… vb.), birçok öykünün de ta kendisidir İstanbul. Olmazsa olmaz, olandır.

“Daha ne mi olsun? Şey olsun, bir salı… O salıda sen olsun, ayrılmasız. İstanbul olsun, Karagümrük olsun (…) Üsküdarlıyım, babam Boyabatlı, seni seviyorum, iddiasına var mısın?” (“Senli Benli”, sf. 126)

“İstanbul’u gözümde tüttüre tüttüre içiyorum. Saadet’e olan aşkımı beterleştire beterleştire içiyorum. Dirile dirile, ayıla ayıla.” (“Gurbet Elde Her Akşam”, sf. 96)

 “Bu sefer beni teneşir paklar. İstanbul’a gidemeyeceğim nasıl olsa…” (“İstanbullu”, sf. 109)

“ ‘Ne varsa burada var’ diyordu; ‘canım Türkiye, ciğerim İstanbul.’ Kukureçten bir çatal ucu almıştı galiba.” (“Kaçak”, sf. 136)

“Bozkırın göbeği. Kış kıyamet. Sürgün gibiyim. Nasıl da özlüyorum netameli istanbul’umuzu.” (“Erkek”, sf. 140)

Son Olarak İki Dize

Öyküleri unutulmuş bir şair olarak Metin Eloğlu, şiirleri unutulmuş bir öykücü olmak istemediği için yanaşmadı belki de yaşarken öykülerinin kitaplaşmasına. O kadarını bilemiyoruz; ama biz öykü okurları yine unutmak üzere İstanbullu adlı bu mühim kitabı okumak istersek, belki kitabın yeni baskısı bile yapılabilir yayınevi tarafından. Hem böylece Eloğlu’nun “İnce Elek” şiirindeki şu dizelerinin Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” öyküsünün o meşhur final cümlesi gibi biz sevgili okura seslendiğini varsayarak, Eloğlu’nun isteğini yerine getirmiş olabiliriz:

Beni aç bırak evsiz urbasız bırak
Beni sensiz bırakma