“Self kleptomani” tanımına lise yıllarımda, Dadaizmin kurucu
isimlerinden Tristan Tzara’nın bir metninde karşılaşmıştım. “Self kleptoman
ressamlar”dan bahsediyordu… Karşılaşır karşılaşmaz da kendime bu teşhisi
koymuştum: Kendinden çalan, kendinden çalma hastalığından muzdarip bir yazar
adayıydım ben de işte! Yazdığım her cümleyi bir köşeye tıkıştırıp, sonra başka
cümleler kurmak için etrafta dolanırken o tıkıştırdığım cümleleri özenle çalıp
metnine ekleyen, onları bozan, kıran, kesen, yapıştıran… Yazdıklarımdan,
okuduklarımdan, düşündüklerimden, gördüklerimden, yaşamımdan ve ölümün kardeşi
olan uykunun armağanı olan rüyalarımdan çalıp çalıp yazıyor, sonra bu
yazdıklarımdan da çalıp başka şeyler yazıyor, sonra bu yazdıklarımı rüyamda
görüp ertesi sabah tekrar yaşayıp tekrar yazıyordum.
Hâlâ da öyleyim, çok şükür.
Rüya Kadar adlı
ikinci kitabımın açılış öyküsü olan Hayrola
adlı öykünün hikâyesi, yine bir “self kleptomani” hikâyesidir:
Başarılı çocuk kitaplarına imza atan bir arkadaşım,
bana neden bir çocuk kitabı yazmadığımı sormuştu bir zaman. Evet, neden
olmasın-dı? Bunun üzerine hemen bir hikâye ve bir karakter tasarlamaya
başladım. Düşündüm, taşındım, kitaplar karıştırdım, filmler izledim, notlar
aldım… Rüya meselesine olan özel ilgim de meseleye eğilince, rüyalarının
işareti ile çeşitli kahramanlıklara imza atan bir çocuğun hikâyesini
kurguladım. Kahramanımın adını, çocukların da seveceği bir isim olarak “Hayrola
Hayri” koydum ve başladım yazmaya… Ama araya işler, güçler, evlilik, koşturmaca
vesaire girince projem yarım kaldı ve yarım kalan her şey gibi o da tamamlanamadı.
Yazdığım sayfalarca metni çöpe atmaya da her zamanki gibi kıyamadım ve bir
“self kleptoman” olarak başladım düşünmeye: Acaba bu yazdıklarımdan bir ya da
birkaç öykü çıkabilir miydi?
Evet, neden çıkmasın-dı!
Kahramanım Hayrola Hayri’nin rüyasında gördüğü ve hakikat
sırlarına vakıf olan, Hayri’ye bir nevi mürşitlik eden dedesini anlattığım bölüm
elimdeki en güzel malzemelerden biriydi. Sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak
Hazretleri'nden ilhamla (ilham mı, yoksa yine bir “self kleptomani” mi?)
yazdığım bu bölümün girişine, rüya-hayat bağlamında bir giriş bölümü ekledim.
Çocuk diline uygun olarak yazdığım hikâyeyi de daha olgun ve “edebi” cümleler
ile tekrar tekrar yazdım. Böylece elimde Hayrola
adlı bir öykü olmuş oldu. Yine kendimden çalarak, kendime bir rüya hediye etmiş
oldum. Allah hayır etsin.
Ama bu öykünün hikâyesi bu kadarla da sınırlı değil. Ali
Teoman’ın bir hikâyesini okuduğum zaman zihnimde canlanan “rüya tabiri yapan
bir sahaf” fikri de bu öykünün parçalarından biri. (Belki de…) Yazmaya
başladığım ve yarım kalan onlarca öykümden biri olan bu rüya tabircisi sahaf, Hayrola öyküsünde daha başka bir dona
bürünüp mücessem hale geldi. O öyküyü de bir gün tamamlarım inşallah, başka
başka yazdıklarımdan çalarak.
Kim bilir, belki de “hipertrofik yetenekli” beynimin içinde
dolaşan, ama yeri başka başka metinler olan başka başka bir sürü cümleyi de
çalıp eklemişimdir bu öyküye farkında olmadan. Çünkü bu bir hastalık! Ben bu hastalığımı
seviyorum, kim ne derse desin. Çünkü şu “rüya kadar” kısa hayatımda bir tek bu
hastalığımın hakikatine vasıl olsam dahi ne büyük bir devlet bana! Haddim olmayarak,
kendime edebiyat yolunda ulaşmam gereken nokta olarak “Derman arardım derdime /
Derdim bana derman imiş” sırrını seçmiş olabilirim. Evet, neden olmasın-dı? Böylece
gerçek ne kadar gerçek, kurgu ne kadar kurgu, oyun ne kadar oyun, rüya ne kadar
rüya, rüyamızı kim tevil eder, rüya görmek için uyuyanların halleri ile nasıl halleniriz
sorularına bir yanıt bulabilmek için kendimi kandırmam bile yeter bana. Miri
malı çalmaktan utanmadığım gibi bir de kendimden çalıyorum, ne yapayım;
kendimden çalayım ki çaldığım şeyde kendimi bulayım diye belki de.
Ne büyük laflar ettim değil mi?
Sanırım bu ve anlatamadığım birçok şeyden dolayı, uzunca bir
süre “rüya yapım çalışmaları” devam edecek bende. İçimdeki rüyayı çıkartıp
hakikate tevil ettirebilirsem bir gün, ölen zaten hayvan olur. “Hayrola?” diye
sorulunca, tüm öyküler de kalanlardan olur. İnşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder