13 Mayıs 2017 Cumartesi

Unutulan Öyküler: Kâğıda İğnelemeyen Yeni Bir Ses: Sevim Burak



Edebiyat serüvenine atılmış olan her genç kalem, kendisinden önceki müktesebatın üzerinde ve daha farklı bir ses ile kendisini göstermeye gayret eder. En azından etmelidir. “Yeni” ya da -daha edebi bir kelime ile tanımlayacak olursak- “avangart” olabilmek, müellifin attığı okun hedefi 12den vurması ile eşdeğer kabul edilir. Üslupta, dilde, biçimde “yeni” ve “öncü” olmak her zaman geçer akçedir… Gerçekten öyle midir?

Sevim Burak, edebiyat serüveni boyunca hiçbir edebi akıma, hiçbir topluluğa dâhil olmamış ve kalemini daima “yeni” olanın hizasında, hatta birkaç boy üzerinde tutmuştur. Ama yeni bir öykü evreni kurma çabası, deneysel bir biçim ve bambaşka bir dil arayışı Sevim Burak’ın geçer akçesi değil; belki de birçok çevre tarafından görmezden gelinmesine, unutulup gitmesine en acı (hatta ironik) nedeni olmuştur.

Sevim Burak’ın Öykü Evrenine Giriş

29 Haziran 1931 İstanbul’da dünyaya gelen Sevim Burak, edebiyat yolculuğuna 1950 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan “Hırsız” adlı öyküyle başlar. Burak daha sonra “teknik bakımdan zayıf” bulacağı altı öykü daha yayımlar çeşitli gazetelerde. Fakat bu öykülerle değil, 1955 yılında yayımlanan “Beşten Sonra” adlı öyküsüyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.

Sevim Burak, kısıtlı bir çevre içinde dahi olsa isminin duyulmasının cazibesine kapılmaz. Çünkü onun için edebiyat çevresinde ün sahibi olmak değildir mesele. (Uzun bir süre mankenlik yapmış biri için insanların gösterdiği ilgi ve alakanın ne kadar kıymet-i harbiyesi olabilir ki zaten?) Bu yüzden Burak, edebiyat içerisindeki “yeni” arayışından hiç vazgeçmez ve tam altı yıl boyunca hiçbir şey yayımlamaz. (Şimdi düşünüyorum da, modern çağın felaketlerinden biri olan “görünme” hastalığından yeteri kadar mustarip olan biz yazarlar koskoca altı yılımızı verebilir miyiz “yeni” olanın peşinde koşmak için? Hiç sanmıyorum. Pıtrak gibi kitap çıkarmaya, her yerde görünebilmek adına taklalar atmaya devam o zaman!)

Altı yıllık bir aradan sonra Sevim Burak, klasik öykü anlayışından oldukça uzak bir metin olan “Sedef Kakmalı Ev” ile suskunluğunu bozar. 1965 yılında yayımlanan ilk kitabı olan “Yanık Saraylar”ın da ilk öyküsü olan “Sedef Kakmalı Ev” artık “yeni” bir sesin edebiyatımızda yankılanmaya başladığının işaretidir. Şiir düzeninde alt alta dizilmiş cümleler, büyük harflerle yazılmış kimi kelimeler vb. biçimsel yenilikler göze çarpar ilk bakışta bu öyküde. Bu ve benzeri biçimsel oyunların kat be kat fazlası, “Yanık Saraylar” kitabını oluşturan diğer öykülerde de rahatça gözlenebilmektedir. Fakat bu biçimsel oyunların/deneylerin içerisinde Burak, anlatmak istediği ya da okurun anlamasını murat ettiği hikâyeyi hiçbir zaman ıskalamaz. Biçim, -her ne kadar içeriğin önünde gibi görünse de- içeriğe işaret eden anlatıcının “Buradayı-m/z!” diye haykırışının sesini yükseltmesi olarak oldukça mühim ve belki de vazgeçilmez bir işlev özelliği taşımaktan da geri durmaz.

Duraklama Dönemi

Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı olan “Yanık Saraylar” kitabı, yayımlandığı tarihlerde hatırı sayılır sayıda eleştirmen tarafından görünür ve değerlendirilir. Fakat herkesin kendince bir tarafa çekmeye çalıştığı bu “yeni” öyküler, 1966 yılında Sevim Burak’ın Sait Faik Armağanı’na katılmasıyla asıl büyük tartışmayı başlatır. Yedi kişiden mürekkep olan jüri arasından yalnızca Behçet Necatigil ve Memet Fuat’ın oylarını alan kitap, ödüle layık görülmez ve o sene ödülü şimdilerde adına hiçbir yerde rastlamadığımız(!) öykücü Cengiz Yörük alır. Hatta öyle ki Memet Fuat, sevdiği bir yazar olan Sait Faik adına, yine çok sevdiği sanatçılara haksızlık etmenin sorumluluğunu taşıyamadığını söyler ve seçici kuruldan istifa eder.

Sevim Burak, her ne kadar edebiyat ortamlarında ve çeşitli soruşturmalarda bu konu hakkında bir şey dile getirmese de, mektuplarında küskünlüğünden dem vurur sürekli. Öykü yayımlamaz hiçbir yerde. Kendisi gibi “yeni”nin peşinde olan Leyla Erbil, Ferit Edgü, Bilge Karasu vb. öykücülerin görmezden gelinmesini ve böylesi “saygın”(?) bir ödülün halen 40-50’li yılların toplumcu yazarlarına verilmesine kızgındır.

1980 yılının başına kadar protestosunu sürdürür ve hiçbir yerde hiçbir eserini yayımlatmaz Sevim Burak. Bu “protesto”yu kendisine ödül verilmemesinden dolayı bencilce bir şekilde değil, edebiyat adına yapılan bir pasif direniş olarak okumak gerekir. Çünkü protestosunu bitirmek üzere “Bir Gece Yemeği” adlı öyküsünü gönderdiği Milliyet Sanat’tan, “… bu öykü bizim okurlarımızı aşıyor, sizin için ileride sürrealist bir sayı çıkar, yayımlayabiliriz.” cevabını aldığında verdiği şu yanıt, Sevim Burak’ın edebiyat eserlerine ve okuruna verdiği yüksek önemi göstermesi açısından kıymetlidir:

San’at eserinin anlaşılmak diye bir kuralı mı var ki bizim okuyucumuz anlamaz diye yayımlamıyorsunuz? San’at eserinin anlaşılması şart değildir, bazen on sene, bazen yirmi sene sonra, bazen yazarı öldükten sonra anlaşılabilir. Bazen de hiç anlaşılmayabilir. Sizin vazifeniz san’at dergisi olarak ileriye gitmek ve basmaktır.

(Tabii burada şu notu da düşmeden edemem: Dergilere ya da yayınevlerine metinlerini gönderirken yukarıdaki sözler seni gaza getirmesin sevgili okur! Eğer yazdıkların yayımlanmıyorsa, önce aynaya bir bak, “Sevim Burak kadar yenilikçi, özverili ve sabırlı mıyım bu edebiyat yolculuğunda?” diye kendine bir sor, sonra görüşelim…)

“Yeni” Bir Ses, Son Bir Söz

Sevim Burak, ölümünden bir sene önce, 1982 yılında ikinci öykü kitabı olan “Afrika Dansı”nı yayımlar. İlk öykü kitabı ile ikincisi arasında tam on yedi sene vardır. “Afrika Dansı” kitabında bulunan öyküler, artık biçimselliğin sınırlarını zorlayan metinler olarak Türk öykücülüğünde uç bir yerde durmaktadır. Şiirsel dizilimden ve büyük-küçük harf oyunlarından daha öteye; cümle yapısının bozulmasına, kelimelerin anlam ve biçim kaymasına uğramasına, yine Türkçe kelimelerin farklı dillerin okunuş fonetiğine göre yazılmasına (“Djénet giubi baghtce” ya da “Achek oldoum” gibi…), çeşitli resimlerin kullanılmasına vs. kadar uzanmıştır. Sevim Burak “yeni” olanın peşindeyken, artık tepeden tırnağa “yeni” olmuştur artık.

“Afrika Dansı” kitabının yanı sıra ancak ölümünden sonra yayımlanma imkânı bulan diğer eserleri ile Sevim Burak, kimi zaman edebiyat dünyasına küsmüş de olsa, kimi zaman anlaşılmağını düşünmüş de olsa, kendisini daima yalnız hissetmiş de olsa her zaman kendisi olmanın peşinden gitmiştir. Türk öykücülüğünde unutulmuş ya da yeterince hatırlanılmayan bir yere sahip olması, onun yazdıklarının ve bu kısacık yazıda pek de değinemediğimiz iç dünyasının kaderinin bir yansıması olsa gerek.
Sanırım yazımızı Sevim Burak’ın şu sözleri ile bitirirsek, bu yazıya sığdıramadığımız Sevim Burak yazınının aslını Sahibinin Sesi’nden aktarmış olabiliriz belki:

Benim yazdığım biçimde bir yazar için, dünyayla alışveriş kurmaya imkân yok. Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere, ki, aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sonra benim yaşadığım yaşam beni cezalandırır, yazı yazamam. Benim yazı yazmam kendi kendimi bir hücreye, belki kendi içimdeki hücreye kapatmama bağlı. Herkes gibi mutlu olmak için uğraş veremem, kendime aykırı gelen şeyler, mutluluklar, umutlar zenginlik, onun getirdiği nimetler… Bunlar benim edebiyatımda yok. Bunların olmadığı, tamamen yalnız ve ümitsiz bir ortam; her şeyden umudunu kesmiş bir yazarın yazmayı sürdürmesi… (Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, Hayy Kitap, 2009)
                                                                                                                                                                                                                                           


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder