Spencer Holst için.
Çay ocağında bir kalabalık. Bakıyorum, şık bir beyefendi,
saçları epeyce dökülmüş ve bembeyaz bıyıkları titriyor. Bir şeyler anlatıyor,
herkes gülüyor. Gidip de yanlarına oturmak olmaz, ama pek de uzak sayılmayacak
bir köşeye çöküp kulak misafiri olmamak da elde değil.
Kedilerden bahsediyor. Kedilerin dilinden. Ağızlarının
içindeki pütürlü, durup durup kendilerini yaladıkları dillerinden değil;
insanların “miyav miyav” ya da “mırnav mırnav” olarak tercüme ettiği
dillerinden, yani lisanlarından.
Beyefendi profesörmüş zamanında. Kedilerin dilini, yani
lisanını öğrenip onlarla iletişim kuracak kadar ileriye gitmiş bir zamanlar.
Bir siyam kedisi varmış, onunla konuşmuş. Dünyayı ele geçireceğiz, uzay gemilerimiz
bile var falan filan diye anlatmış kedisi… Bizimki de inanmış. Böylesi komik,
inanılması güç, belki de her biri bir sanrının, yaşlılığın getirdiği
uydurabilme özgürlüğün ürünü hikâyeler.
Yani, kim duysa inanmaz!
Belki de bunu bir soru cümlesi olarak atmalıyım ortaya:
Kim duysa inanmaz?
Mesela, benim gibi bir kedi, inanmaz mı kedilerin bir lisanı
olduğuna?
Dünyayı ele geçirmek için yıllardır uğraştığımıza?
Sonra koşa koşa, çay ocağının az ilerisindeki caminin
avlusuna varıyorum. Minarenin gölgesinde soluklanıp, patilerimi yalıyorum.
Uzaydaki birliğimize gönderdiğim bir gizli mesaj aslında bu
pati yalama seansı:
“Sorun yok, insanlar halen hiçbir şeyin farkında değiller.
İstilamız, zaferimiz yakındır miyav!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder