Edebiyat serüvenine atılmış olan her genç kalem, kendisinden
önceki müktesebatın üzerinde ve daha farklı bir ses ile kendisini göstermeye
gayret eder. En azından etmelidir. “Yeni” ya da -daha edebi bir kelime ile
tanımlayacak olursak- “avangart” olabilmek, müellifin attığı okun hedefi 12den vurması ile eşdeğer kabul edilir.
Üslupta, dilde, biçimde “yeni” ve “öncü” olmak her zaman geçer akçedir…
Gerçekten öyle midir?
Sevim Burak, edebiyat serüveni boyunca hiçbir edebi akıma, hiçbir
topluluğa dâhil olmamış ve kalemini daima “yeni” olanın hizasında, hatta birkaç
boy üzerinde tutmuştur. Ama yeni bir öykü evreni kurma çabası, deneysel bir
biçim ve bambaşka bir dil arayışı Sevim Burak’ın geçer akçesi değil; belki de birçok
çevre tarafından görmezden gelinmesine, unutulup gitmesine en acı (hatta
ironik) nedeni olmuştur.
Sevim Burak’ın Öykü
Evrenine Giriş
29 Haziran 1931 İstanbul’da dünyaya gelen Sevim Burak,
edebiyat yolculuğuna 1950 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan “Hırsız” adlı
öyküyle başlar. Burak daha sonra “teknik bakımdan zayıf” bulacağı altı öykü
daha yayımlar çeşitli gazetelerde. Fakat bu öykülerle değil, 1955 yılında
yayımlanan “Beşten Sonra” adlı öyküsüyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.
Sevim Burak, kısıtlı bir çevre içinde dahi olsa isminin
duyulmasının cazibesine kapılmaz. Çünkü onun için edebiyat çevresinde ün sahibi
olmak değildir mesele. (Uzun bir süre mankenlik yapmış biri için insanların
gösterdiği ilgi ve alakanın ne kadar kıymet-i harbiyesi olabilir ki zaten?) Bu
yüzden Burak, edebiyat içerisindeki “yeni” arayışından hiç vazgeçmez ve tam
altı yıl boyunca hiçbir şey yayımlamaz. (Şimdi düşünüyorum da, modern çağın
felaketlerinden biri olan “görünme” hastalığından yeteri kadar mustarip olan
biz yazarlar koskoca altı yılımızı verebilir miyiz “yeni” olanın peşinde koşmak
için? Hiç sanmıyorum. Pıtrak gibi kitap çıkarmaya, her yerde görünebilmek adına
taklalar atmaya devam o zaman!)
Altı yıllık bir aradan sonra Sevim Burak, klasik öykü
anlayışından oldukça uzak bir metin olan “Sedef Kakmalı Ev” ile suskunluğunu
bozar. 1965 yılında yayımlanan ilk kitabı olan “Yanık Saraylar”ın da ilk öyküsü
olan “Sedef Kakmalı Ev” artık “yeni” bir sesin edebiyatımızda yankılanmaya
başladığının işaretidir. Şiir düzeninde alt alta dizilmiş cümleler, büyük
harflerle yazılmış kimi kelimeler vb. biçimsel yenilikler göze çarpar ilk
bakışta bu öyküde. Bu ve benzeri biçimsel oyunların kat be kat fazlası, “Yanık
Saraylar” kitabını oluşturan diğer öykülerde de rahatça gözlenebilmektedir.
Fakat bu biçimsel oyunların/deneylerin içerisinde Burak, anlatmak istediği ya
da okurun anlamasını murat ettiği hikâyeyi hiçbir zaman ıskalamaz. Biçim, -her
ne kadar içeriğin önünde gibi görünse de- içeriğe işaret eden anlatıcının “Buradayı-m/z!”
diye haykırışının sesini yükseltmesi olarak oldukça mühim ve belki de
vazgeçilmez bir işlev özelliği taşımaktan da geri durmaz.
Duraklama Dönemi
Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı olan “Yanık Saraylar” kitabı,
yayımlandığı tarihlerde hatırı sayılır sayıda eleştirmen tarafından görünür ve
değerlendirilir. Fakat herkesin kendince bir tarafa çekmeye çalıştığı bu “yeni”
öyküler, 1966 yılında Sevim Burak’ın Sait Faik Armağanı’na katılmasıyla asıl
büyük tartışmayı başlatır. Yedi kişiden mürekkep olan jüri arasından yalnızca
Behçet Necatigil ve Memet Fuat’ın oylarını alan kitap, ödüle layık görülmez ve
o sene ödülü şimdilerde adına hiçbir yerde rastlamadığımız(!) öykücü Cengiz
Yörük alır. Hatta öyle ki Memet Fuat, sevdiği bir yazar olan Sait Faik adına,
yine çok sevdiği sanatçılara haksızlık etmenin sorumluluğunu taşıyamadığını
söyler ve seçici kuruldan istifa eder.
Sevim Burak, her ne kadar edebiyat ortamlarında ve çeşitli
soruşturmalarda bu konu hakkında bir şey dile getirmese de, mektuplarında küskünlüğünden
dem vurur sürekli. Öykü yayımlamaz hiçbir yerde. Kendisi gibi “yeni”nin peşinde
olan Leyla Erbil, Ferit Edgü, Bilge Karasu vb. öykücülerin görmezden
gelinmesini ve böylesi “saygın”(?) bir ödülün halen 40-50’li yılların toplumcu
yazarlarına verilmesine kızgındır.
1980 yılının başına kadar protestosunu sürdürür ve hiçbir
yerde hiçbir eserini yayımlatmaz Sevim Burak. Bu “protesto”yu kendisine ödül
verilmemesinden dolayı bencilce bir şekilde değil, edebiyat adına yapılan bir
pasif direniş olarak okumak gerekir. Çünkü protestosunu bitirmek üzere “Bir
Gece Yemeği” adlı öyküsünü gönderdiği Milliyet Sanat’tan, “… bu öykü bizim okurlarımızı
aşıyor, sizin için ileride sürrealist bir sayı çıkar, yayımlayabiliriz.” cevabını
aldığında verdiği şu yanıt, Sevim Burak’ın edebiyat eserlerine ve okuruna
verdiği yüksek önemi göstermesi açısından kıymetlidir:
San’at eserinin
anlaşılmak diye bir kuralı mı var ki bizim okuyucumuz anlamaz diye
yayımlamıyorsunuz? San’at eserinin anlaşılması şart değildir, bazen on sene,
bazen yirmi sene sonra, bazen yazarı öldükten sonra anlaşılabilir. Bazen de hiç
anlaşılmayabilir. Sizin vazifeniz san’at dergisi olarak ileriye gitmek ve
basmaktır.
(Tabii burada şu notu da düşmeden edemem: Dergilere ya da
yayınevlerine metinlerini gönderirken yukarıdaki sözler seni gaza getirmesin
sevgili okur! Eğer yazdıkların yayımlanmıyorsa, önce aynaya bir bak, “Sevim
Burak kadar yenilikçi, özverili ve sabırlı mıyım bu edebiyat yolculuğunda?”
diye kendine bir sor, sonra görüşelim…)
“Yeni” Bir Ses, Son
Bir Söz
Sevim Burak, ölümünden bir sene önce, 1982 yılında ikinci
öykü kitabı olan “Afrika Dansı”nı yayımlar. İlk öykü kitabı ile ikincisi
arasında tam on yedi sene vardır. “Afrika Dansı” kitabında bulunan öyküler,
artık biçimselliğin sınırlarını zorlayan metinler olarak Türk öykücülüğünde uç
bir yerde durmaktadır. Şiirsel dizilimden ve büyük-küçük harf oyunlarından daha
öteye; cümle yapısının bozulmasına, kelimelerin anlam ve biçim kaymasına
uğramasına, yine Türkçe kelimelerin farklı dillerin okunuş fonetiğine göre
yazılmasına (“Djénet giubi baghtce” ya da “Achek oldoum” gibi…), çeşitli
resimlerin kullanılmasına vs. kadar uzanmıştır. Sevim Burak “yeni” olanın
peşindeyken, artık tepeden tırnağa “yeni” olmuştur artık.
“Afrika Dansı” kitabının yanı sıra ancak ölümünden sonra
yayımlanma imkânı bulan diğer eserleri ile Sevim Burak, kimi zaman edebiyat
dünyasına küsmüş de olsa, kimi zaman anlaşılmağını düşünmüş de olsa, kendisini
daima yalnız hissetmiş de olsa her zaman kendisi olmanın peşinden gitmiştir.
Türk öykücülüğünde unutulmuş ya da yeterince hatırlanılmayan bir yere sahip
olması, onun yazdıklarının ve bu kısacık yazıda pek de değinemediğimiz iç
dünyasının kaderinin bir yansıması olsa gerek.
Sanırım yazımızı Sevim Burak’ın şu sözleri ile bitirirsek,
bu yazıya sığdıramadığımız Sevim Burak yazınının aslını Sahibinin Sesi’nden aktarmış olabiliriz belki:
Benim yazdığım biçimde
bir yazar için, dünyayla alışveriş kurmaya imkân yok. Gözlerimi, kulaklarımı,
kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere, ki, aklım herkesin
görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere
kapılmayayım. Sonra benim yaşadığım yaşam beni cezalandırır, yazı yazamam.
Benim yazı yazmam kendi kendimi bir hücreye, belki kendi içimdeki hücreye
kapatmama bağlı. Herkes gibi mutlu olmak için uğraş veremem, kendime aykırı
gelen şeyler, mutluluklar, umutlar zenginlik, onun getirdiği nimetler… Bunlar
benim edebiyatımda yok. Bunların olmadığı, tamamen yalnız ve ümitsiz bir ortam;
her şeyden umudunu kesmiş bir yazarın yazmayı sürdürmesi… (Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, Hayy Kitap, 2009)