Barış Bıçakçı’nın dört gözle beklenen son eseri Seyrek Yağmur 2016 yılı ile birlikte okuruyla buluştu… Ama buluşmadan evvel, İletişim Yayınları’nın sosyal medya hesaplarında kitabın kapak görseli paylaşıldı ve birçok okur -özellikle de sadık BB okuru- tarafından büyük bir tepki ile karşılandı. Kapağın ciddi bir şekilde çok kötü, başarısız ve basit olduğu söylendi/yazıldı. Yayıncılık camiasının içinden biri olarak, kitap kapağı tasarımı konusundaki zorlukları yakinen biliyorum; lakin Barış Bıçakçı gibi kısa zamanda kült olmuş ve aynı yayınevi tarafından yedinci kitabı yayımlanacak olan bir yazar için oldukça başarısız, basit ve uyumsuz bir kapak olduğu fikrini -kendim de bir BB okuru olarak- paylaştığımı belirtmem gerekir.
Barış Bıçakçı çok kısa bir zaman içerisinde kendi okur
kitlesini oluşturmuş, “alışveriş listesi yazsa okurum” derecesinde hayranlar
yaratmış ve bunu da tek bir imza günü, söyleşi, sosyal medya sayıklamaları
yapmadan, ortalıkta hiç görünmeden, fotoğrafını bile kimselere göstermeden,
sadece kitapları aracılığıyla yapmayı başarabilmiş bir yazar. Tabii bu
“görünmez” olma durumunun kişiye tersinden bir “görünürlük” kazandırdığının da
farkındayım. Olsun. Edebiyatın “oyuncaklı” tarafına tevil ediyorum bu ve
benzeri durumları.
Barış Bıçakçı git gide tadına doyamadığımız, nev-i şahsına
münhasır, benim “tatlı anlatıcılık” olarak nitelendirdiğim üslubuyla yazdığı
eserlerinin sonuncusu olan Sinek
Isırıklarının Müellifi adlı romanını 2011 yılında yayımladıktan sonra,
tamamen sesi soluğu kesilmiş bir halde kaybolmuştu ortalıktan. Tüm okurları,
heyecanla yeni bir kitap bekleyişi içerisine girmişlerdi…
Seyrek Yağmur,
sanırım benim gibi birçok okurda da, tam da bir “ahmakıslatan” etkisi yaptı;
ismi ile müsemma…
Kitabın “tür” olarak nerede durduğunu bilemiyoruz. Roman
değil, novella belki, öykü cık! Aslına bakılırsa en uzunu üç sayfayı, en kısası
iki cümleyi mütecaviz bölümleri ile aceleye getirilmiş bir taslak metin gibi
duruyor kitap. Sanki hızlı hızlı bir deftere notlar alınmış, yazar daha sonra
bu notlardan yola çıkarak bir metin yazacakmış gibi. Parçalar o kadar çabuk ve
bağımsız akıyor ki, okur kendini zorlasa da yazarın zaten oluşturmakta epey
zorlandığı atmosfere dâhil olamıyor.
Haydi, yine iyi niyeti elden bırakmayalım. Karakterimize bir
göz atalım. Karakterimiz, bir kitapçı dükkânı sahibi olan Rıfat. Kitap da zaten
Rıfat’ın hayatından fragmanlar… Ama tam bir karakter olarak çizilememiş,
üstünkörü, eskiz bir Rıfat. Kerameti kendinden menkul ismi ile (kitabın sonunda
çok şaşıracaksınız!) sözde “tutunamamış” bir muhalif aynı zamanda.
Muhalifliğinin kerameti de, sürekli olarak “devlet” denen birinin katil
olduğunu tekrar edip durması. Bir edebi esere yakışacak şekilde, tumturaklı bir
muhaliflik değil; sosyal medya iletisi tadında çıkıntılar olarak çok göze
batıyor bu cümleler. Ha, tabii bir de kendine çuvaldız batırmadan başkasına
batırdığı bir iğne meselesi var! O konuya hiç girmiyorum…
Barış Bıçakçı’nın aynı zamanda bir şair ve şiir tutkunu
olduğunu biliyoruz. Özel olarak da Oktay Rifat’a hayran olduğunu… Ama kitabın
finalindeki Oktay Rifat mektubunu nereye koyacağız? Ya da “veciz sözler”
söyleyen yazarları haşlarken -ki Veciz
Sözler adlı kitabı pek güzeldir Bıçakçı’nın, bu arada- kısacık metni veciz
sözler ve veciz alıntılara boğmasını?
Nihayetinde, bu yazıyı yazmış olmam artık pek bir şey ifade
etmeyebilir. Sanırım bu yüzden de biraz kuru laf kalabalığı yaptım. Çünkü o
kadar çok yazı yazıldı ki kitap üzerine, tüm yazıları toplasak Seyrek Yağmur’dan daha hacimli bir bütün
olur elimizde. (Sosyal medyada paylaşılan görüşleri saymıyorum bile.) Kimi
yiğidi öldürüp hakkını verdi; ama maalesef, Ahmet Ergenç’in yazısı dışında,
hakkıyla eleştiri yapan da pek çıkmadı. Daha çok eleştirel yaklaşımın
kıyısından dolaşıldı. Buradaki etken faktör, ya okuyucuyu ürkütmemek ya da
camia içinde muteber bir yazarın ve diğer unsurların (eleştiriyi yazan da dâhil
bu tahmin edilebilecek unsurlara) zülf-ü yârine dokunmamak kaygısı olabilir.
Zaten Türkiye’de “kitap özeti” tadından gayrısını yazmak, sizin aforoz
edilmenizden başka bir işe yaramaz. Sadece övmeniz, övmeniz ve yine övmeniz
gerekir. Bilmem anlatabildim mi?
Ben en iyisi, son sözü sayın büyüğüm Terry Eagleton’a
bırakıp kaçayım. Gayrı bu sözün tevilini de siz sayın edebiyatseverler yapın:
“Edebiyat, etrafı dalkavuklarla çevrili sonsuz güçlü bir
hükümdar gibi, hatalı olamayacağımız bir yerdir.”